A
Admin
Yönetici
Yönetici
2023 yılından itibaren tüm dünyanın gözleri önünde bir kez daha ateş çemberine dönen Gazze ve Filistin topraklarında, sivillerin üzerine yağan bombalarla bir millet adeta kıyameti yaşarken, dünya kamuoyu utanç verici bir sessizliğe gömüldü. İnsan hakları, uluslararası hukuk, vicdan, ahlak… Hepsi sanki bir düğmeye basılmışçasına rafa kaldırıldı. Fakat bu sessizliğin ardında bazı devletler için başka bir tablo şekillenmeye başladı. İsrail, 2023 sonrası süreçte yalnızca askeri gücünü değil, istihbari derinliğini ve operasyonel kararlılığını da tüm dünyaya gösterdi. İran topraklarında, yüksek güvenlikli alanlarda bulunan İran Genelkurmay Başkanı ve diğer üst düzey askeri figürlerin nokta atışı operasyonlarla etkisiz hale getirilmesi; bu devletin sadece savunma değil, proaktif caydırıcılıkta da ne kadar ileri gidebildiğini ortaya koydu. Bu saldırılara İran’ın misillemesi, yıllardır dokunulmaz sanılan Demir Kubbe’nin delindiği, stratejik hedeflere nokta atışı vurulduğu bir başka cephe açtı. Bu karşılıklı güç gösterisi, bölge halklarını perişan ederken, devletlerin birbiriyle olan ilişki ve tutumlarını yeniden şekillendiriyor. Peki ya biz? Türkiye olarak 2025’e geldiğimiz şu günlerde, etrafımızdaki ateş çemberinin giderek daraldığını, sadece coğrafi değil, ideolojik kuşatmanın da arttığını görüyoruz. Oysa bir zamanlar içerideki terörü sıfır noktasına kadar indirgemiş, sınır ötesinde kararlılıkla yürüttüğü harekâtlarla güvenlik alanını genişletmiş bir Türkiye vardı. Bugün ise, bu sıfırlanmış tehditle yeniden pazarlık masalarına oturuluyor. Açıkçası, pazarlık edilebilir bir terör tanımı yapılmaya başlanmışsa, mesele sadece güvenlikle sınırlı değildir; bu, devlet aklının tehdit tanımını gözden geçirdiği anlamına gelir. Ve bu, tarihsel açıdan her zaman tehlikelidir. Kurucu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Savaş zorunlu olmadıkça bir cinayettir” sözünü sadece bir pasif barış söylemi gibi değil, gerektiğinde hudut dışına taşabilen aktif bir güvenlik doktrini olarak okuyanlar bilir: Barış, ancak güçle muhafaza edilir. Gücün olmadığı yerde diplomasi bir illüzyondan ibarettir. Hele ki masada muhatabınız, eline silah almış bir terör örgütüyse. İsrail’in politikalarına hak vermek elbette insani olarak mümkün değil; sivilleri hedef alan her saldırı insanlık suçudur. Fakat şunu kabul etmek gerekir: İsrail, kendi güvenliğini tanımlar, tehdit gördüğü her unsurun üzerine gider, kararlılıkla etkisiz hale getirir ve asla terörle pazarlık masasına oturmaz. Bu noktada, bir devletin kendi güvenlik önceliklerini nasıl şekillendirmesi gerektiğine dair, dünya üzerinde ibretlik bir vaka sunar. Bugün Filistin’de yaşananlara sessiz kalan dünya, yarın kendi başına geldiğinde şaşırmasın. Ve biz Türkiye olarak şunu unutmamalıyız: Güvenliğini dışa bağımlı hale getiren, içerideki terörle müzakere eden, ulusal çıkarlarını tavizlerle korumaya çalışan hiçbir ülke, bekasını sürdüremez. Gelecek, dirayetli ve kararlı olanların olacak. Ve bu gelecekte söz sahibi olmak istiyorsak; önce içeride tam bağımsız, dışarıda caydırıcı ve kararlı bir devlet aklına yeniden kavuşmamız gerekiyor. Yoksa bu coğrafyada, güçsüzlüğün bedelini hep başkaları ödüyor gibi görünse de, en ağır fatura daima geç kalanlara kesiliyor.