Mustafa Kemâl'in uydurma şecereleri ve hakîkî mensûbiyeti (66)

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
“Artık yeter! Bu adamlar vicdânımıza, dînimize, ve mukaddesâtımıza dil uzatmasınlar!” “…Asıl irtica, bizi, beş bin yıl evvelki güneş dinine, İsa’nın havarilerinin safsatalarına götürmek isteyenlerdir. “Arkadaşlar; kendi her türlü menfaatini dinsizlikte arayanların ne karakuyuları, ne de gayya kuyuları, hür fikirleri tehdit ile hadisatın seyrini değiştiremez [değiştirebilir]. Her zaman ve her yerde vicdanımızın sesini yükselteceğiz; hülâsa, Devlet varsa, Hükûmet varsa, mahkemelerimiz ve ordularımız varsa ne irtica, ne de gayyâ kuyusu vardır. […] “…Artık yeter, bu adamlar vicdanımıza, dinimize, ve mukaddesatımıza dil uzatmasınlar. Biz, aziz vatanımızın ve kahraman milletimizin geleceğini garanti etmek için, yeni nesle mutlaka din ahlâkının, din terbiyesinin verilmesiyle doğru yolu göstermiş olacağız. “Bin senedenberi kıt’alarda at oynatan bu milletin kalbinden, vicdanından Allah’ını çıkarmağa çalışırsanız, millî duygu ve inanı ile de ne şehadete sevk ve ne de gaziliği kazandırabilirsiniz (Gürültüler, öyle şey yok sesleri). Ben, düşüncelerimi söylüyorum, sizlere hürmetim vardır (Gürültüler). “Bekir Kaleli (Gaziantep Milletvekili) – Muhatabınız kimdir? “Dr. Emin Karpuzoğlu (devamla) – Muhatabım siz değilsiniz; mevhum bir şahıstır, size karşı bir şey söylemiyorum. Hariçten dinlediklerime cevap veriyorum.” (CHP Yedinci Kurultay Tutanağı, Ankara, 1948, ss. 453-454) “Zındık Şâir”e göre, ne “Güneş-Dil” hurâfesi, ne de onu uyduran “Mâbûd”u tenkîd edilebilir “…Bir zatın güneş-müneş diye, güneş birdir diye birşeyler karıştırarak Atatürk’ümüzü ima ettiğini zan değil vehmedersek bile tuğyan ederiz (Bravo sesleri, alkışlar). Böyle bir kimse yoktur. Eğer varsa kurtardığı vatan toprağının üzerinde kurduğu inkılâpçı kurumun tavanı altında kim öyle bir imada bulunursa, softa zihniyetiyle söyliyeyim; çarpılır, dili tutulur. Böyle bir kimse tasavvur edilemez. Karşılarına mevhum muhatap aldığını söyleyene, mevhum mütekelli olarak biz de bu kadarcık cevap vermiş olalım.” (CHP Yedinci Kurultay Tutanağı, Ankara, 1948, ss. 463) Hz. Meryem’e –hâşâ- fâhişelik ve Hz. Îsâ’ya –hâşâ- veled-i zinâlık isnâdını hoş görecek derecede sapıtmış bir “Ataputçu” Bütün süflî hayâtının en büyük, en affedilmez lekelerinden biri de, kendisi gibi bâzı Zındıklara uyarak, “nâmûsunu muhkem bir kale gibi muhâfaza eden İmrân kızı Meryem” Vâlidemizin (Tahrîm -66-: 12) iffetini alaya almasıdır! “İliklerine kadar Kemalist olduğunu” ik̆râr eden Behçet Kemal, CHP’nin Yedinci Kurultayı’ndaki aynı mütecâviz konuşmasında, tahammül haddini iyice aşmış, –hâşâ, sümme hâşâ- Türk halkının; Hz. Meryem Vâlidemize fâhişelik ve Îsâ Nebî’ye (A.S.) veled-i zinâlık isnâd ederek onlarla alay eden g̃ûyâ “halk şâirleri”ne müsâmaha gösterdiğini iddiâ ve bunu, örnek bir taassubsuzluk anlayışı olarak takdîm etmişti: “…Halkımız mutaassıp değildir. Taassup, şehirlerin Sünnî ve Hanefî mahdut kalabalıklarında varsa vardır. Biz şehirlerde Meryem’e, Hazret-i Meryem demediğimiz zaman Şeyhülislâmca tekfir edilirken, Türk halkı, Kars’tan Kırklareli’ne kadar: ‘Bir gececik mihmân kaldık Meryem’de / Biz tıfl-ı Mesîh’in öz babasıyız!’ diyen rintleri hoş gören, geniş müsamahalı, emsalsiz sağ duyulu, müstesna bir halktır. “Veyl o gafillere ki kendi bâtıl zanlarını çok anlayışlı, çok görgülü bir milletin mutlak arzusu zannetmektedirler! Biz hepimiz Atatürk’ün çocuklarıyız! Kurtarıcı devrimleri beklemek için yaşıyoruz! Hayatımızın başka bir hikmeti yoktur! (Alkışlar).” (aynı mêhaz, ss. 463-464) “Zındık Şâir”in, 1947 CHP 7. Kurultayı’nda, H. S. Tanrıöver’e cevâben îrâd ettiği nutkun metni… Nutkunda harâretle “Mâbûd”unun topyekûn Laiklik (= Materyalizm) siyâsetini müdâfaa ediyor, onun “Güneş-Dil” hurâfesini îmâen tenkîd eden Karpuzoğlu’na ateş püskürüyor ve aynı Zındık Zihniyetine muvâfık olarak, “nâmûsunu muhkem bir kale gibi muhâfaza eden İmrân kızı Meryem” Vâlidemize zinâ iftirâsında bulunmayı bir “taassubsuzluk”, bir “müsâmaha” ve “aklıselîm sâhibi (“sağduyulu”) olma” mîyârı addediyor… *** Kim bilir hangi Zındığın, hangi sapkın ve sapık şâir taslağının bu milletin dâimâ bir anne hürmetiyle tâzîz ettiği pek mübârek bir hanım hakkındaki iftirâsına, fuhuş ithâmına, alayına, hakâretine tahammülü, hattâ bunu hoş görmeyi “taassubsuzluk mîyârı” kabûl eden bir zihniyet! Millet bir asırdır bu zihniyetten neler çekmedi ve hâlâ da çekmiye devâm ediyor! Riyâk̃ârca bir de “Halkçı” olduğunu iddiâ eden bu zihniyet hakkında, yine aynı Kurultayda, (CHP’nin uzantısı Halkevleri’nin kültür siyâsetini tenk̆îd eden) İstanbul Murahhası Abdülkadir Karamürsel, ne kadar isâbetli teşhîsde bulunmuştu: “Arkadaşlar, Halkevlerimiz […] cemâate arkasını dönmüştür! […] Halkevleri cemaatin ruhuna bîgânedir; asıl ruh hâleti buradadır! (aynı mêhaz, s. 212) Behçet Kemâl’in yukarıdaki tahammülfersâ sözlerine Kurultayda kimseden bir protesto veyâ îtirâz sesinin yükselmemesi de ayrıca düşündürücüdür. O mısrâları sarfeden Zındık Şâirde ve ona sâhip çıkan CHP Milletvekîllerinde nasıl bir marazî rûh yapısı olmalı ki fazîlet hissinden nasîbini almış bir insan, değil Müslümanların takdîs ettikleri böyle bir mübârek hanıma, Müşriklerin meselâ bir iffet ve sâfiyet timsâli olarak inandıkları bir ilâheye, bir puta dahi, Şirk inancı bir tarafa, temsîl ettiği ahlâkî değere hürmeten, böylesine hayâsızca tecâvüz etmez! Velhâsıl, Kemalist Totaliter Rejimin îmâl ve meşhûr ettiği pek çok Zındık muharrir ve şâirden biri olan Behçet Kemâl, dalâlet içinde yaşadı, dalâlet içinde öldü! Vâ esefâ! Ali Naci Karacan: “O, şu veyâ bu insan değildir ki ölebilsin! Tâzîz, takdîs o büyük Ataya!” Mütehakkim Zümrenin Türkiye’de matbûât hayâtına damgasını vuran sîmâlarından biri olan Ali Naci Kara can (İstanbul, 1896 – a.y., 7.7.1955), birkaç gazetenin müessisi olmakla berâber, bunlardan husûsen -aynı Zümreden Abdi İpekçi ile berâber neşrettiği- Milliyet, kalıcı oldu. Gazeteyi, ölümünden sonra, -yine Abdi İpekçi’yle berâber- oğlu Ercüment Karacan devâm ettirdi. Torunları da (Ömer Karacan, Ali Karacan) , porno neşriyât dâhil, bu sâhada parlamıya devâm ettiler… Karacan, Mustafa Kemâl’in ölümü günlerinde, -kısa ömürlü- Bugün gazetesini neşretmekteydi. Bu gazetenin 11 Kasım 1938 târihli nüshasında, o da, onun, “Türk tarihinin en büyük kurtarıcısı”, hattâ doğrudan doğruya “Türk milletinin yaratıcısı” olduğu için “ölmediğini, ölemiyeceğini, bütün millette yaşadığını ve dâimâ da yaşıyacağını” iddiâ ediyor: “Türk milleti, dün, canevinden vurulmak suretile tarihinin en derin acısını duydu: Atatürkü kaybettik! “Cumhuriyetin on beşinci yılından evvel geçirdiği buhranı, bütün askerî ve siyasî hayatında olduğu gibi, büyük bir mücadele ve aksülâmel kabiliyeti ile silkip atması, millete, korktuğu felâketin gelmiyeceği, gelemiyeceği ümidini vermişti. Fakat ne çare ki, meşum hastalık, vahim seyrini takip etti ve dün sabah, saat 9 u 5 te, Atatürk, dünyaya gözlerini kapadı. Onunla beraber bütün Türk tarihinin en büyük yaratıcısını, Türk milletinin en büyük kurtarıcısını, Türk vatanının en kahraman evlâdını kaybettik. “Bu suretledir ki, dün sabahtanberi Türk vatanı, Türk tarihinde ne görülmüş, ne görülebilecek en derin mateme boğuldu. Ana, baba, zabit, asker, hoca, talebe, ihtiyar, genç, 18 milyon insanın onun ölümünü duyduğu andanberi, hiçbir kimse için akıtmıyacağı en aziz yaşlarını dökerek ağlaması, onun mukaddes havasıyle nasıl meşbu olduğumuza ve onun ne derece içimizde bulunduğuna, millet mikyasında ve bütün insaniyet tarihi imtidadınca görülmemiş bir misaldır. “Fakat, Atatürk ölmemiştir. Ölen fanî maddedir. Ebedî Atatürk içimizdedir ve daima yaşıyacaktır. Her girdiğimiz yerde onun resmi, her okuduğumuz kitapta onun sözü, her geçtiğimiz yolda onun eseri, yarattığı memleket ve kurtardığı millet halinde bizde devam etmektedir. Kim Atatürke öldü diyebilir? Atatürk şu veya bu insan değildir ki, ölebilsin? Atatürk bir millî mefhum idi ve bu derece bir millete malolmuş bir millî mefhum ise, ancak ebedî olabilir. “Asîl milletimizin bu derece derin bir teessürü bu kadar yüksek bir vekarla izhar etmesi ve en büyük keder içinde en küçük nevmidiye düşmemesi, işte, hep o millî ve ezelî mefhumun kendinde devam ettiğine ve Türk milletinin varlığı boyunca, ebediyete kadar devam edeceğine iman etmesindendir. “Atatürkü kaybettik. Fakat kendisi içimize ve bütün yurt havasına daima hâkim ve eseri dipdiri ayaktadır. Atatürkün en büyük eseri Cumhuriyet ve ondan daha büyük eseri ise yirmi sene içinde o Cumhuriyeti gözleri açık gitmiyecek şekilde emanet edebileceği bir milleti yaratması ve kurduğu rejimi koruyacak şekilde hazırlamasıdır. […] Sertel’lerin Yarım Ay mecmûasında Ali Naci Karacan’ın makâlesi ve Ali Naci Karacan; oğlu Ercüment Karacan (karşısında oturan) ve gencliğinden îtibâren berâber çalıştıkları Abdi İpekçi ile, 1950’de Milliyet gazetesini neşre başladıkları günlerde… Türkiye’nin fikir, siyâset, cem’iyet hayâtında büyük têsîr icrâ eden Gazetelerinin bir numaralı umdesi, Kemalizmdi… ***
 
Geri
Üst