A
Admin
Yönetici
Yönetici
Sabiha Sertel: “Kemalizmden dönülemez!”
Bu makâlenin bitişiğinde, “Görüşler” sütûnunda yazan Sabiha Zekeriya Sertel’in “Dedikodu Dalgası” başlıklı fıkrası var. O da, kendi Cemâatinin emellerinin ifâdesi olan ve onun mütehakkim mevkiini muhâfaza etmesini sağlıyan Kemalizmi, gûyâ “medeniyet”, “terakkî”, “istiklâl”, v.s. nâmına Anadolu Milletine dayatmak derdindedir:
“…Atatürk inkılâbının bütün medenî milletler arasında yer almasının en büyük mesnedi, ileriye doğru gitmesi, medenî hayatın akışlarına kendini uydurmasıdır. Millî ve iktisadî istiklâlini düşmandan kurtaran Türkiye’nin, bu istiklâli sağlam temeller üzerine kurmak için aldığı en müsmir, en kat’î tedbir, içtimaî terakkiye en son hızı vermek, Osmanlı saltanatının asırlarca geride bıraktığı Türkiye’yi, medenî milletlerin seviyesine çıkarmaktır. […]
“Dedikoducu, ortalığa fesat tohumu saçmak için, dilini inkılâbın selâmete aldığı terakki sınırlarına uzatıyor. Atatürkün aramızdan çekilmesi, inkılâbın yarı yolda kalması, geriye doğru hareketlere geçmesi demek değildir. Atatürkün miraslarını, inkılâbını korumak için bütün bir Türk gençliği, kadın erkek ayni aşk, ayni imanla and içmiştir. Bugün iş başında olan devlet idaresi, Atatürk kadar terakki, insaniyet, ve medeniyet yolunun mürşididir. İsmet İnönü bu yolda en büyük rehberi, en sarsılmaz koruyucusudur.
“Terakki, insaniyet, medeniyet yolunda yürüyen bir milletin başını geriye çevirmesine imkân yoktur. İlh…” (Sabiha Zekeriya Sertel, “Dedikodu Dalgası”, Tan, 28.12.1938, s. 5)
Tan’da Şükûfe Nihal’in makâlesi
Tan’ın 29 Aralık 1938 târihli nüshasının 2. ve 4. sayfalarında, mezarına yapılan ziyâret ve Üniversite’deki ihtifâl hakkında resimli haberler yer alıyor. 5. sayfadaki haber bir hayli tafsîlâtlıdır. Bu haberden Üniversite gencliğinin en azından bir kesiminin Mehmed Âkif’e harâretle sâhib çıktığı anlaşılıyor. Âbidevî kabrini inşâ ettirmeyi de bu genclik üzerine almış ve 28 Aralık’taki kabir ziyâretinde, temeline ilk harc konulmuştur…
Bilâhare Yeni Sabah gazetesiyle kalem münâkaşasına yol açacak ilk makâle, Tan’ın 31 Aralık 1938 târihli 5. sayfasında, Şükûfe Nihal imzâsıyle çıkıyor: “Bana Göre Mehmet Akif”…
Şâir, romancı, muallim Şükûfe Hanım, makâlesinin başlangıcında, ilk olarak hangi bakımdan Mehmed Âkif’i takdîr ettiğini îzâh ediyor:
“Bir başka sanatkârımızın duyup yazamadığı bir zamanda, bize bir istiklâl marşı tanzim ederek o ulu günlerin hatırasını bırakan Mehmet Akife gençliğin gösterdiği sevgi ve saygı takdire değer. İlh…”
Makâlenin devâmında ise, onunla yollarını ayırıyor… Buna başlıca sebeb, Âkif’in islâmî dünyâ görüşüne sâhib olmasıdır. Hâlbuki, ona göre, bu dünyâ görüşü, “milliyet fikrini” reddeden, “İslâm vatancılığı” dâvâsı güden “geri” bir görüştür; “çürümüş bir direk”dir; biz o direğe yaslanarak değil, “milliyetciliğe” sarılarak istiklâlimizi kazanmışızdır. Bu muhâkemesiyle, o, Müslümanlığı temsîl eden Mehmed Âkif’le Kemalist İhtilâlini zıdlaştırıyor ve ikincisinin tarafını tutuyor. Bir de, bekleneceği üzere, Tevfîk Fikret’in tarafını… “Benim vicdanımı yaratan, Tevfik Fikret’tir.’ diyor… Hâlbuki Âkif, “başımıza hâlâ dini musallat etmek istiyor”… Şükûfe Hanım, makâlesini, yine de, fazîletli bir insan olarak Mehmed Âkif’in önünde eğilerek bitiriyor:
“Akifin sanati, çocukluğumdanberi, beni enterese etmiş değildir. Bunun için kimsenin kimseye itap etmiye hakkı yoktur. Zevkten sual olunmaz, sanatkâr Akif bana bir şey söylemiyor.
“Akifin vatanperverliğine gelince:
“Bunu da herkes gibi anlamıyorum. Akif, ancak din bayrağı altında ve bugün kendimizi kurtarmak için tek dayancımız olan milliyet fikirlerinden büsbütün ayrı, İslâm camiası içinde bir vatancılığa kıymet veriyordu. İşte isbatı: ‘Türk Arapsız yaşamaz, kim ki yaşar, der, delidir.’
“Lâkin, işte biz Arapsız yaşıyoruz. Daha şerefli, daha sağlam, daha başımız göklerde olarak ve bütün dünyaya gösterdik ki, biz, deli değiliz! Pek akıllı, pek ne yaptığını bilir insanlarız.
“Diyorlar ki: ‘Akif bir şark çocuğudur, hangimiz değiliz ki!’ ‘Akif bir dinci değildi, belki de Akif Türk ahlâkının son direği olduğu için dine sarılmıştı.’
“Hepimiz şark çocuğuyuz ve hepimiz Müslümanız, elbette. Lâkin hiçbirimiz çürümüş bir direğe yaslanacak kadar taassubun esiri değiliz!
“Son asırlarda dinin saptığı hurafeli yolları, bizi sürüklediği örümcekli, haşaratlı lâbirentleri gördükten sonra artık kurtuluş yolunu yalnız dinde aramıyacak kadar aklımız başımıza geldi. Halbuki Akif, bizim başımıza hâlâ dini musallat etmek istiyor; bizi asırlarca medeniyet dünyasından uzaklaştıran, hakikî veçhesini kaybetmiş bir cepheye dayanıyordu. […]
“Bu bahsi görüşürken etraftakiler, bana: ‘Fikirlerinde tek kalıyorsun.’ dediler. Zarar yok, dedim. Benim vicdanımı yaratan, Tevfik Fikrettir. İstediği kadar Safahat şairi, ona: ‘Protestanlara zangoçluk eden!’ diye küfretsin!
“Fikret bana: ‘Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!’ demişti. Ben de bütün ömrümde böyle olmıya çalıştım, başka türlü yapmıya hayatın değeri var mı?
“Akifte de kıymet verdiğim taraf, işte budur. İster koyu dinci, skolâstik düşünceli bir adam olsun, ister dünya medeniyetini hiçe sayacak kadar gözleri şark gölgeleri ile büyülenmiş bulunsun, ister bize ‘deli!’ desin; Akif, dönmedi. Paraya, mevkie yaltaklanmadı. Vicdanına hıyanet etmedi; gururunu çiğnemedi, insan kaldı. Hak bellediği yola yalnız gitti.
“Bu, doğru bulduğu yola yalnız sapan baş önünde hürmetle eğilmiye mecburum.” (Şükûfe Nihal, “Bana Göre Mehmet Akif”, Tan, 31.12.1938, s. 5)
(Yarım Ay, 15.11.1938, sayı 91, s. 22)
Şükûfe Nihal’in –hemen “Ebedî Şef”in ölümünü tâkîb eden günlerde- Sertel’lerin Yarım Ay mecmûasında neşredilen Kemâlperest şiiri: “Varım, diye güvenen kâinata bedelsin! İlh…”
***
Baltacıoğlu’nun Mehmed Âkif hakkında açtığı tahk̆îkat
Prof. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Mehmed Âkif’in vefâtından kısa bir müddet sonra, muharrirler arasında onun hakkında bir tahk̆îkat (enquête) açmıştı. Verilen cevâblar, sâhibi ve nâşiri olduğu haftalık Yeni Adam mecmûasının 11 Mart 1937 târihli 167. sayısından îtibâren 15 Nisan 1937 târihli 172. sayısına kadar altı sayıda tefrika edildi. Yeni Adam’ın bu sayılarında münderic bulunan cevâblar için, Burdur İl Kültür ve Turizm Müdür Yardımcısı Osman Koçıbay’ın “Türk Basınında Türkiye Büyük Millet Meclisi Birinci Dönem Burdur Mebûsu ve İstiklâl Marşımızın Şairi Mehmet Âkif Ersoy'un Vefâtı” başlıklı kıymetli araştırmasına (-Burdur’da münteşir- Yeni Gün gazetesi, 12.3 - 5.4.2021, ss. 3; ; 8.5.2025) mürâcaat ediyoruz.
Baltacıoğlu’nun mezkûr tahk̆îkatinda bizi, burada, hâssaten Şükûfe Nihal ile Sabiha Sertel’in cevâbları alâkadâr ediyor. Sabiha Sertel’in cevâblarını, aşağıda, onunla Eşref Edip arasındaki kalem münâkaşasını bahis mevzûu ederken nakledeceğiz.
Kararmış bir kalbin rahmetli Âkif hakkındaki sûiniyetli iddiâlarına cevâb
Şükûfe Nihal, rahmetli Mehmed Âkif hakkındaki suâllere cevâb verirken, yukarıda naklettiğimiz makâlesine nisbetle, daha pervâsız, haşîn ve mütecâvizdir.
Verdiği cevâblarda Müslümanlığa, binâenaleyh Müslüman Türklüğe karşı nefretle dolu olduğu hissediliyor…
Bu hissiyâtla, şuûrlu bir Müslüman olduğu için Mehmed Âkif’i de tahk̆îr ediyor…
Kendisinin Kemâlperest olduğunu unutarak onu İskolastik Zihniyetli olmakla ithâm ediyor… Hâlbuki o, hiçbir Kemaâlperestte görülemiyecek derecede Tecrübî İlim Zihniyetini hazmetmiş, onun ahlâkına sâhib, onun usûlüne vâkıf ve bunlarla mücehhez olarak ictimâî hâdiseleri tahlîl eden Hakîkatperver bir fikir adamıdır… (Nitekim bu seciye iledir ki şu muhteşem beyti söylemiştir: “Şudur cihânda benim en beğendiğim meslek: / Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek!”)
Mehmed Âkif, ancak Müslümanlıktan tecrîd edilip içi Frenklikle doldurulmuş bir sahte milliyetciliği reddettiği hâlde, onu, tamâmen milliyet fikrinin aleyhdârı gibi takdîm ediyor…
İstiklâl Harbi, ancak Îmân heyecânıyle topyekûn seferber olan Anadolu Müslümanlarının muazzam kahramanlığı ve fedâkârlığıyle yapılıp kazanıldığı hâlde, onu, o sahte milliyetciliğin eseri gibi gösteriyor…
Üstelik, san’at rûhundan ne kadar uzak bir insan: Her sahîh san’atkâr gibi Âkif’in de bin bir kaynaktan aldığı ilhâmları rûhunda yoğurup bütünüyle kendi şahsıyetinin mahsûlü olan eserlere vücûd vermiş olduğunu göremiyor; belki, daha doğrusu, görmezlikden geliyor, ona, intihâl yakıştırıyor!
Halk dilini kullanmasındaki inceliği anlıyamıyor da bu tavrı “bayağılıkla” damgalıyor: Hâlbuki Âkif, ictimâî realiteyi olduğu gibi tasvîr ederek okurlarını derinden sarsıyor ve ictimâî yaralara dermân olmak için onları harekete geçmiye zorluyor…
Hepsinden daha mühimmi, Âkif’in şiirleri hikemî, dîğer tâbirle felsefî şiirlerdir; onlardaki çile mahsûlü yüksek fikirleri görebilmek için az-çok bir fikir çilesi çekmiş olmak lâzımdır!
Kezâ Çanakkale şiirinin, İstiklâl şiirinin ulviyetini hissetmek için de insanda o destanları yazanların rûhunun, Îmânın olması lâzım geldiği gibi! Putperest şiirler yazacak kadar kendini düşürmüş bir kalem, elbette onlardaki ulviyeti hissedemez!
Mâmâfih, Şükûfe Nihal’in Âkif hakkında söylediklerinin bir kısmında hakîkate muvâfık olanlar da vardır. Meselâ:
“Akif’in Türk İnkılâbına tek bir hizmeti yoktur. O, bilâkis, bizim kanımız bahasına yarattığımız inkılâbın eserlerini beğenmiyerek bu toprakları bırakıp gitmiştir. Başından, yine bizim malımız olmadığı söylenen fesi çıkarıp yerine bir başka biçimde bir çuha parçası geçirmeyi bir din, bir ahlâk meselesi yaparak yurdunu, milletini bırakan, hurafelere takılmış bir adam!” derken…
“Hurâfelere takılmış bir adam” iftirâsını bir tarafa bırakırsak, o, Âkif’in Vatanından hicret etmesinin hakîkî sebeblerinden birini isâbetle ifâde etmiştir… Şu da var ki o, -Masonlar gibi- bu “hurâfe” tâbiriyle, İslâmı kasdediyor ve böylece hurâfelerin can düşmanı olan İslâma da iftirâ ediyor… Bu Kemâlperest muharrire ve mümâsillerine Hz. Îsâ’ya atfedilen şu îkâz pek uygun düşüyor: “Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar; o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün!”
Bu makâlenin bitişiğinde, “Görüşler” sütûnunda yazan Sabiha Zekeriya Sertel’in “Dedikodu Dalgası” başlıklı fıkrası var. O da, kendi Cemâatinin emellerinin ifâdesi olan ve onun mütehakkim mevkiini muhâfaza etmesini sağlıyan Kemalizmi, gûyâ “medeniyet”, “terakkî”, “istiklâl”, v.s. nâmına Anadolu Milletine dayatmak derdindedir:
“…Atatürk inkılâbının bütün medenî milletler arasında yer almasının en büyük mesnedi, ileriye doğru gitmesi, medenî hayatın akışlarına kendini uydurmasıdır. Millî ve iktisadî istiklâlini düşmandan kurtaran Türkiye’nin, bu istiklâli sağlam temeller üzerine kurmak için aldığı en müsmir, en kat’î tedbir, içtimaî terakkiye en son hızı vermek, Osmanlı saltanatının asırlarca geride bıraktığı Türkiye’yi, medenî milletlerin seviyesine çıkarmaktır. […]
“Dedikoducu, ortalığa fesat tohumu saçmak için, dilini inkılâbın selâmete aldığı terakki sınırlarına uzatıyor. Atatürkün aramızdan çekilmesi, inkılâbın yarı yolda kalması, geriye doğru hareketlere geçmesi demek değildir. Atatürkün miraslarını, inkılâbını korumak için bütün bir Türk gençliği, kadın erkek ayni aşk, ayni imanla and içmiştir. Bugün iş başında olan devlet idaresi, Atatürk kadar terakki, insaniyet, ve medeniyet yolunun mürşididir. İsmet İnönü bu yolda en büyük rehberi, en sarsılmaz koruyucusudur.
“Terakki, insaniyet, medeniyet yolunda yürüyen bir milletin başını geriye çevirmesine imkân yoktur. İlh…” (Sabiha Zekeriya Sertel, “Dedikodu Dalgası”, Tan, 28.12.1938, s. 5)
Tan’da Şükûfe Nihal’in makâlesi
Tan’ın 29 Aralık 1938 târihli nüshasının 2. ve 4. sayfalarında, mezarına yapılan ziyâret ve Üniversite’deki ihtifâl hakkında resimli haberler yer alıyor. 5. sayfadaki haber bir hayli tafsîlâtlıdır. Bu haberden Üniversite gencliğinin en azından bir kesiminin Mehmed Âkif’e harâretle sâhib çıktığı anlaşılıyor. Âbidevî kabrini inşâ ettirmeyi de bu genclik üzerine almış ve 28 Aralık’taki kabir ziyâretinde, temeline ilk harc konulmuştur…
Bilâhare Yeni Sabah gazetesiyle kalem münâkaşasına yol açacak ilk makâle, Tan’ın 31 Aralık 1938 târihli 5. sayfasında, Şükûfe Nihal imzâsıyle çıkıyor: “Bana Göre Mehmet Akif”…
Şâir, romancı, muallim Şükûfe Hanım, makâlesinin başlangıcında, ilk olarak hangi bakımdan Mehmed Âkif’i takdîr ettiğini îzâh ediyor:
“Bir başka sanatkârımızın duyup yazamadığı bir zamanda, bize bir istiklâl marşı tanzim ederek o ulu günlerin hatırasını bırakan Mehmet Akife gençliğin gösterdiği sevgi ve saygı takdire değer. İlh…”
Makâlenin devâmında ise, onunla yollarını ayırıyor… Buna başlıca sebeb, Âkif’in islâmî dünyâ görüşüne sâhib olmasıdır. Hâlbuki, ona göre, bu dünyâ görüşü, “milliyet fikrini” reddeden, “İslâm vatancılığı” dâvâsı güden “geri” bir görüştür; “çürümüş bir direk”dir; biz o direğe yaslanarak değil, “milliyetciliğe” sarılarak istiklâlimizi kazanmışızdır. Bu muhâkemesiyle, o, Müslümanlığı temsîl eden Mehmed Âkif’le Kemalist İhtilâlini zıdlaştırıyor ve ikincisinin tarafını tutuyor. Bir de, bekleneceği üzere, Tevfîk Fikret’in tarafını… “Benim vicdanımı yaratan, Tevfik Fikret’tir.’ diyor… Hâlbuki Âkif, “başımıza hâlâ dini musallat etmek istiyor”… Şükûfe Hanım, makâlesini, yine de, fazîletli bir insan olarak Mehmed Âkif’in önünde eğilerek bitiriyor:
“Akifin sanati, çocukluğumdanberi, beni enterese etmiş değildir. Bunun için kimsenin kimseye itap etmiye hakkı yoktur. Zevkten sual olunmaz, sanatkâr Akif bana bir şey söylemiyor.
“Akifin vatanperverliğine gelince:
“Bunu da herkes gibi anlamıyorum. Akif, ancak din bayrağı altında ve bugün kendimizi kurtarmak için tek dayancımız olan milliyet fikirlerinden büsbütün ayrı, İslâm camiası içinde bir vatancılığa kıymet veriyordu. İşte isbatı: ‘Türk Arapsız yaşamaz, kim ki yaşar, der, delidir.’
“Lâkin, işte biz Arapsız yaşıyoruz. Daha şerefli, daha sağlam, daha başımız göklerde olarak ve bütün dünyaya gösterdik ki, biz, deli değiliz! Pek akıllı, pek ne yaptığını bilir insanlarız.
“Diyorlar ki: ‘Akif bir şark çocuğudur, hangimiz değiliz ki!’ ‘Akif bir dinci değildi, belki de Akif Türk ahlâkının son direği olduğu için dine sarılmıştı.’
“Hepimiz şark çocuğuyuz ve hepimiz Müslümanız, elbette. Lâkin hiçbirimiz çürümüş bir direğe yaslanacak kadar taassubun esiri değiliz!
“Son asırlarda dinin saptığı hurafeli yolları, bizi sürüklediği örümcekli, haşaratlı lâbirentleri gördükten sonra artık kurtuluş yolunu yalnız dinde aramıyacak kadar aklımız başımıza geldi. Halbuki Akif, bizim başımıza hâlâ dini musallat etmek istiyor; bizi asırlarca medeniyet dünyasından uzaklaştıran, hakikî veçhesini kaybetmiş bir cepheye dayanıyordu. […]
“Bu bahsi görüşürken etraftakiler, bana: ‘Fikirlerinde tek kalıyorsun.’ dediler. Zarar yok, dedim. Benim vicdanımı yaratan, Tevfik Fikrettir. İstediği kadar Safahat şairi, ona: ‘Protestanlara zangoçluk eden!’ diye küfretsin!
“Fikret bana: ‘Hak bellediğin bir yola yalnız gideceksin!’ demişti. Ben de bütün ömrümde böyle olmıya çalıştım, başka türlü yapmıya hayatın değeri var mı?
“Akifte de kıymet verdiğim taraf, işte budur. İster koyu dinci, skolâstik düşünceli bir adam olsun, ister dünya medeniyetini hiçe sayacak kadar gözleri şark gölgeleri ile büyülenmiş bulunsun, ister bize ‘deli!’ desin; Akif, dönmedi. Paraya, mevkie yaltaklanmadı. Vicdanına hıyanet etmedi; gururunu çiğnemedi, insan kaldı. Hak bellediği yola yalnız gitti.
“Bu, doğru bulduğu yola yalnız sapan baş önünde hürmetle eğilmiye mecburum.” (Şükûfe Nihal, “Bana Göre Mehmet Akif”, Tan, 31.12.1938, s. 5)

(Yarım Ay, 15.11.1938, sayı 91, s. 22)
Şükûfe Nihal’in –hemen “Ebedî Şef”in ölümünü tâkîb eden günlerde- Sertel’lerin Yarım Ay mecmûasında neşredilen Kemâlperest şiiri: “Varım, diye güvenen kâinata bedelsin! İlh…”
***
Baltacıoğlu’nun Mehmed Âkif hakkında açtığı tahk̆îkat
Prof. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, Mehmed Âkif’in vefâtından kısa bir müddet sonra, muharrirler arasında onun hakkında bir tahk̆îkat (enquête) açmıştı. Verilen cevâblar, sâhibi ve nâşiri olduğu haftalık Yeni Adam mecmûasının 11 Mart 1937 târihli 167. sayısından îtibâren 15 Nisan 1937 târihli 172. sayısına kadar altı sayıda tefrika edildi. Yeni Adam’ın bu sayılarında münderic bulunan cevâblar için, Burdur İl Kültür ve Turizm Müdür Yardımcısı Osman Koçıbay’ın “Türk Basınında Türkiye Büyük Millet Meclisi Birinci Dönem Burdur Mebûsu ve İstiklâl Marşımızın Şairi Mehmet Âkif Ersoy'un Vefâtı” başlıklı kıymetli araştırmasına (-Burdur’da münteşir- Yeni Gün gazetesi, 12.3 - 5.4.2021, ss. 3; ; 8.5.2025) mürâcaat ediyoruz.
Baltacıoğlu’nun mezkûr tahk̆îkatinda bizi, burada, hâssaten Şükûfe Nihal ile Sabiha Sertel’in cevâbları alâkadâr ediyor. Sabiha Sertel’in cevâblarını, aşağıda, onunla Eşref Edip arasındaki kalem münâkaşasını bahis mevzûu ederken nakledeceğiz.
Kararmış bir kalbin rahmetli Âkif hakkındaki sûiniyetli iddiâlarına cevâb
Şükûfe Nihal, rahmetli Mehmed Âkif hakkındaki suâllere cevâb verirken, yukarıda naklettiğimiz makâlesine nisbetle, daha pervâsız, haşîn ve mütecâvizdir.
Verdiği cevâblarda Müslümanlığa, binâenaleyh Müslüman Türklüğe karşı nefretle dolu olduğu hissediliyor…
Bu hissiyâtla, şuûrlu bir Müslüman olduğu için Mehmed Âkif’i de tahk̆îr ediyor…
Kendisinin Kemâlperest olduğunu unutarak onu İskolastik Zihniyetli olmakla ithâm ediyor… Hâlbuki o, hiçbir Kemaâlperestte görülemiyecek derecede Tecrübî İlim Zihniyetini hazmetmiş, onun ahlâkına sâhib, onun usûlüne vâkıf ve bunlarla mücehhez olarak ictimâî hâdiseleri tahlîl eden Hakîkatperver bir fikir adamıdır… (Nitekim bu seciye iledir ki şu muhteşem beyti söylemiştir: “Şudur cihânda benim en beğendiğim meslek: / Sözüm odun gibi olsun, hakîkat olsun tek!”)
Mehmed Âkif, ancak Müslümanlıktan tecrîd edilip içi Frenklikle doldurulmuş bir sahte milliyetciliği reddettiği hâlde, onu, tamâmen milliyet fikrinin aleyhdârı gibi takdîm ediyor…
İstiklâl Harbi, ancak Îmân heyecânıyle topyekûn seferber olan Anadolu Müslümanlarının muazzam kahramanlığı ve fedâkârlığıyle yapılıp kazanıldığı hâlde, onu, o sahte milliyetciliğin eseri gibi gösteriyor…
Üstelik, san’at rûhundan ne kadar uzak bir insan: Her sahîh san’atkâr gibi Âkif’in de bin bir kaynaktan aldığı ilhâmları rûhunda yoğurup bütünüyle kendi şahsıyetinin mahsûlü olan eserlere vücûd vermiş olduğunu göremiyor; belki, daha doğrusu, görmezlikden geliyor, ona, intihâl yakıştırıyor!
Halk dilini kullanmasındaki inceliği anlıyamıyor da bu tavrı “bayağılıkla” damgalıyor: Hâlbuki Âkif, ictimâî realiteyi olduğu gibi tasvîr ederek okurlarını derinden sarsıyor ve ictimâî yaralara dermân olmak için onları harekete geçmiye zorluyor…
Hepsinden daha mühimmi, Âkif’in şiirleri hikemî, dîğer tâbirle felsefî şiirlerdir; onlardaki çile mahsûlü yüksek fikirleri görebilmek için az-çok bir fikir çilesi çekmiş olmak lâzımdır!
Kezâ Çanakkale şiirinin, İstiklâl şiirinin ulviyetini hissetmek için de insanda o destanları yazanların rûhunun, Îmânın olması lâzım geldiği gibi! Putperest şiirler yazacak kadar kendini düşürmüş bir kalem, elbette onlardaki ulviyeti hissedemez!
Mâmâfih, Şükûfe Nihal’in Âkif hakkında söylediklerinin bir kısmında hakîkate muvâfık olanlar da vardır. Meselâ:
“Akif’in Türk İnkılâbına tek bir hizmeti yoktur. O, bilâkis, bizim kanımız bahasına yarattığımız inkılâbın eserlerini beğenmiyerek bu toprakları bırakıp gitmiştir. Başından, yine bizim malımız olmadığı söylenen fesi çıkarıp yerine bir başka biçimde bir çuha parçası geçirmeyi bir din, bir ahlâk meselesi yaparak yurdunu, milletini bırakan, hurafelere takılmış bir adam!” derken…
“Hurâfelere takılmış bir adam” iftirâsını bir tarafa bırakırsak, o, Âkif’in Vatanından hicret etmesinin hakîkî sebeblerinden birini isâbetle ifâde etmiştir… Şu da var ki o, -Masonlar gibi- bu “hurâfe” tâbiriyle, İslâmı kasdediyor ve böylece hurâfelerin can düşmanı olan İslâma da iftirâ ediyor… Bu Kemâlperest muharrire ve mümâsillerine Hz. Îsâ’ya atfedilen şu îkâz pek uygun düşüyor: “Seni ikiyüzlü! Önce kendi gözündeki merteği çıkar; o zaman kardeşinin gözündeki çöpü çıkarmak için daha iyi görürsün!”