A
Admin
Yönetici
Yönetici
Çocukken oturduğumuz evin küçük bir balkonu vardı; yaz geceleri, cırcır böceklerinin hiç durmayan musikisi eşliğinde, annemin uzattığı bir dilim karpuzun serinliğiyle gökyüzünü seyrederdim. O yıldızlar ne kadar da huzurlu, ne kadar da yerli yerindeydi. Birer gümüş çiviyle geceye çakılmış, ebedi ve güvenilir dostlar gibiydiler. İnsan, o balkondaki o anın emniyetini bütün bir kâinata yaymak, her şeyin o sükûnetli nizam içinde aktığına inanmak istiyor. Fakat o balkon, dipsiz ve fırtınalı bir okyanusun ortasında salınan bir ceviz kabuğundan başka neydi ki? Ve biz, o ceviz kabuğunun içindeki talihli yolcular, okyanusun sadece sakin yüzünü gördüğümüz için kendimizi güvende sanan habersiz seyyahlar değil miyiz?
Teleskopların ve hesaplamaların o kadim sessizliğe çevrilmiş soğuk gözleri, bize çocukluğumuzun masum gökyüzünün ardındaki gerçeği fısıldadığında, bildiğimiz her şey sarsılıyor. Meğer o sükûnet, muazzam bir perdenin ön yüzüymüş. Perdenin arkasında, doğdukları yuvalardan koparılıp mutlak sıfıra yakın bir soğuklukta, zifiri bir karanlığın içinde sonu olmayan bir yolculuğa çıkmış milyarlarca haydut gezegen varmış. Bize doğru sessizce ve kör bir uçuşla süzülen, Jüpiter’den daha büyük kütleler… Ve biz, bu kozmik bilardoda bir sonraki hedef olup olmadığımızı asla bilemeyeceğiz. Meğer o huzurlu görünen yıldızlardan bazıları, patladıklarında Güneş’in on milyar yıllık ömründe üreteceği tüm enerjiyi on saniyede bir ölüm ışınına dönüştürüp uzaya kusan canavarlarmış. Böylesi bir gama ışını patlaması, altı bin ışık yılı mesafeden bile atmosferimizi bir anda soyup yeryüzündeki hayatı saniyeler içinde haşlayabilirmiş. Haberimiz bile olmadan, çoktan ölmüş olacaktık.
İşin daha da derinine, varoluşun dokusuna indiğimizde ise dehşet, yerini baş döndürücü bir hiçlik hissine bırakıyor. Bizi ve gördüğümüz her şeyi inşa eden madde, evrenin sadece yüzde beşini oluşturuyormuş. Geri kalan o devasa yüzde doksan beşlik boşluk, ne olduğunu bilmediğimiz, göremediğimiz, dokunamadığımız bir karanlık madde ve karanlık enerji okyanusuymuş. Kâinatın kaderini ellerinde tutan, galaksileri birbirinden koparan, uzay-zamanı bir çarşaf gibi geren bu görünmez iradenin yanında biz kimiz? Kaderimizi tayin eden gizemli bir merkeze doğru sürüklenen milyarlarca galaksilik devasa bir kervanın, ne yöne gittiğinden habersiz yolcuları olduğumuzu fark ediyoruz.
Bilim, bize kâinatın genişlediğini ve en uzaktaki galaksilerin bizden ışık hızından bile daha süratli uzaklaştığını söylüyor. Bu, bir daha asla ulaşamayacağımız, hatta ışıklarını bile göremeyeceğimiz sonsuz sayıda dünyanın ve galaksinin olduğu anlamına gelir. Gittikçe küçülen bir gözlem hapishanesine kapatılmış, ebediyen koparılmış mahkûmlarız. Ve bu yolculuğun sonunda, tüm yıldızların sönüp, tüm kara deliklerin buharlaşıp, zamanın bile anlamını yitireceği o mutlak "ısı ölümü" var. Hiçbir şeyin bir daha asla olmayacağı, sonsuz bir hiçlik.
Bütün bu keşifler, ansiklopedi maddeleri değil; insanın kibriyle yüzleştiği en çıplak gerçeklerdir. Varlığımız, iki kozmik felaket arasındaki kısacık, lütfedilmiş bir es anından ibaret. Hayatta olmamız, akıllı ya da güçlü olduğumuzdan değil, sadece henüz yeterince şanssız olmadığımızdandır.
Şimdi o balkona, o yıldızlı geceye dönelim. O sükûnetli gökyüzü artık aynı görünüyor mu gözünüze? Yoksa o karanlığa baktığınızda, bir sonraki saniye her şeyi yok edebilecek o sessiz çığlığı, o kayıtsız ve muazzam gücün uğultusunu siz de işitiyor musunuz? Ve asıl soru şu: Bu ezici ve kör tesadüfün ortasında, bir anlığına yanıp sönen bir ateşböceği kadar kısa olan hayatımızdaki anlam arayışımız, dualarımız, sevgimiz daha mı anlamsız, yoksa tam da bu yüzden mi daha kıymetli?
Teleskopların ve hesaplamaların o kadim sessizliğe çevrilmiş soğuk gözleri, bize çocukluğumuzun masum gökyüzünün ardındaki gerçeği fısıldadığında, bildiğimiz her şey sarsılıyor. Meğer o sükûnet, muazzam bir perdenin ön yüzüymüş. Perdenin arkasında, doğdukları yuvalardan koparılıp mutlak sıfıra yakın bir soğuklukta, zifiri bir karanlığın içinde sonu olmayan bir yolculuğa çıkmış milyarlarca haydut gezegen varmış. Bize doğru sessizce ve kör bir uçuşla süzülen, Jüpiter’den daha büyük kütleler… Ve biz, bu kozmik bilardoda bir sonraki hedef olup olmadığımızı asla bilemeyeceğiz. Meğer o huzurlu görünen yıldızlardan bazıları, patladıklarında Güneş’in on milyar yıllık ömründe üreteceği tüm enerjiyi on saniyede bir ölüm ışınına dönüştürüp uzaya kusan canavarlarmış. Böylesi bir gama ışını patlaması, altı bin ışık yılı mesafeden bile atmosferimizi bir anda soyup yeryüzündeki hayatı saniyeler içinde haşlayabilirmiş. Haberimiz bile olmadan, çoktan ölmüş olacaktık.
İşin daha da derinine, varoluşun dokusuna indiğimizde ise dehşet, yerini baş döndürücü bir hiçlik hissine bırakıyor. Bizi ve gördüğümüz her şeyi inşa eden madde, evrenin sadece yüzde beşini oluşturuyormuş. Geri kalan o devasa yüzde doksan beşlik boşluk, ne olduğunu bilmediğimiz, göremediğimiz, dokunamadığımız bir karanlık madde ve karanlık enerji okyanusuymuş. Kâinatın kaderini ellerinde tutan, galaksileri birbirinden koparan, uzay-zamanı bir çarşaf gibi geren bu görünmez iradenin yanında biz kimiz? Kaderimizi tayin eden gizemli bir merkeze doğru sürüklenen milyarlarca galaksilik devasa bir kervanın, ne yöne gittiğinden habersiz yolcuları olduğumuzu fark ediyoruz.
Bilim, bize kâinatın genişlediğini ve en uzaktaki galaksilerin bizden ışık hızından bile daha süratli uzaklaştığını söylüyor. Bu, bir daha asla ulaşamayacağımız, hatta ışıklarını bile göremeyeceğimiz sonsuz sayıda dünyanın ve galaksinin olduğu anlamına gelir. Gittikçe küçülen bir gözlem hapishanesine kapatılmış, ebediyen koparılmış mahkûmlarız. Ve bu yolculuğun sonunda, tüm yıldızların sönüp, tüm kara deliklerin buharlaşıp, zamanın bile anlamını yitireceği o mutlak "ısı ölümü" var. Hiçbir şeyin bir daha asla olmayacağı, sonsuz bir hiçlik.
Bütün bu keşifler, ansiklopedi maddeleri değil; insanın kibriyle yüzleştiği en çıplak gerçeklerdir. Varlığımız, iki kozmik felaket arasındaki kısacık, lütfedilmiş bir es anından ibaret. Hayatta olmamız, akıllı ya da güçlü olduğumuzdan değil, sadece henüz yeterince şanssız olmadığımızdandır.
Şimdi o balkona, o yıldızlı geceye dönelim. O sükûnetli gökyüzü artık aynı görünüyor mu gözünüze? Yoksa o karanlığa baktığınızda, bir sonraki saniye her şeyi yok edebilecek o sessiz çığlığı, o kayıtsız ve muazzam gücün uğultusunu siz de işitiyor musunuz? Ve asıl soru şu: Bu ezici ve kör tesadüfün ortasında, bir anlığına yanıp sönen bir ateşböceği kadar kısa olan hayatımızdaki anlam arayışımız, dualarımız, sevgimiz daha mı anlamsız, yoksa tam da bu yüzden mi daha kıymetli?