Ya asıl mesele varmak değilse

A

Admin

Yönetici
Yönetici
Hepimiz bir yerlere varmak için yaşıyoruz. Kariyerin zirvesine, hayallerdeki eve, listenin sonundaki hedefe. Hayatı, durakları önceden belirlenmiş bir güzergah gibi görüyor, bir sonraki istasyona ulaşmanın telaşıyla nefes nefese koşuyoruz. Oysa hiç durup kendimize sorduk mu? Ya asıl mesele varmak değilse? Ya tüm bu koşturmaca, yolun kendisinde saklı olan güzellikleri gözden kaçırmamıza neden olan büyük bir yanılsamadan ibaretse? Yolculuğun büyüsünü unutup sadece varış tabelasına odaklandığımızda, hayatın özünü, ruhunu yitiriyoruz. Çağımız bize tek bir mutlak güç sunuyor: üretkenlik. Verimlilik adı verilen bu sarsılmaz ilke, bizden sürekli daha fazlasını talep ediyor. Daha hızlı çalış, daha çok üret, daha az uyu, daha etkili ol. Bu uğurda feda ettiklerimiz ise çoğu zaman farkında bile olmadığımız en değerli hazinelerimiz. Dostlarla içilen bir kahvenin kırk yıllık hatırı, artık dakikalarla ölçülen bir mola birimine dönüştü. Pencereden dışarıyı seyretmenin, bulutların hareketini izlemenin o eşsiz keyfi, “zaman kaybı” olarak etiketlendi. Bu doymak bilmez iştah, ruhumuzu yavaş yavaş öğütürken bizi duygusal olarak çorak bırakıyor. Hedeflerimize ulaştığımızda hissettiğimiz o anlık tatmin, feda ettiklerimizin yanında ne kadar da sönük kalıyor, hiç düşündünüz mü? O terfiyi aldığınızda, o son model telefonu satın aldığınızda hissettiğiniz coşku ne kadar sürdü? Belki bir gün, belki bir hafta. Peki ya o hedefe ulaşmak için kaç günün keyfini ertelediniz, kaç dost sohbetini yarıda kestiniz, kaç gün batımını fark etmediniz? Bu hız humması içinde panzehiri unuttuk. Panzehir, yavaşlamakta, anın içine kök salmakta gizlidir. Tıpkı saatlerce kısık ateşte pişen bir yemeğin lezzetinin, mikrodalgada ısıtılan hazır bir paketle kıyaslanamayacağı gibi. Yavaş yemek kültürü, sadece midemizi değil, ruhumuzu da beslemeyi vaat eder. O, bize durup düşünmemiz, tattığımız her lokmanın, paylaştığımız her anın kıymetini bilmemiz gerektiğini fısıldar. Bu felsefeyi hayatın geneline yaydığımızda, gerçek zenginliğin ne olduğunu yeniden keşfederiz. İnsanlık olarak ne kadar garip bir çelişkinin içindeyiz. İşlerimizi kolaylaştırsın, bize zaman kazandırsın diye makineler icat ettik. Peki, sonuç ne oldu? Atalarımızdan daha mı az çalışıyoruz? Hayır. Tam tersine, yorgunluk adeta bir erdem gibi pazarlanıyor. Sürekli meşgul olmak, bir statü sembolüne dönüştü. Dinlenmek, daha fazla üretebilmek için şarj olmak gereken bir görev halini aldı. Oysa dinlenmek bir hak, bir ihtiyaçtır. Aylaklık, yani hiçbir şey yapmamanın o tatlı lüksü, sistemin bize unutturmaya çalıştığı en insani eylemlerden biridir. En değerli anlar, genellikle en “verimsiz” olanlardır. Bir çocuğun kahkahasında, bir sanat eserinin karşısında hissedilen hayranlıkta, sevdiğiniz bir şarkıya eşlik ederken geçen o “boş” vakitlerde saklıdır hayatın kendisi. Bu söylediklerim bir lüks gibi gelebilir. “Benim yavaşlamaya vaktim yok” dediğinizi duyar gibiyim. Ama yavaşlamak bir niyet meselesidir. Yavaşlamak, işi gücü bırakıp bir dağ evine çekilmek demek değildir. Telefonunuza bakmadan yürüdüğünüz o beş dakika, duş alırken suyun sesini gerçekten dinlediğiniz o kısacık an, bir e-postayı cevaplamak yerine pencereden dışarıdaki bir kuşu izlemeyi seçtiğiniz o anlık isyandır. Bunlar, hız kültürüne karşı kazanılmış küçük zaferlerdir. Peki, tüm bunlardan sonra, gelin kendimize karşı dürüst olalım. Hayatı ne zamandan beri bir yarış gibi görmeye başladık? Sanki birisi bizim için görünmez bir bitiş çizgisi çizmiş de oraya ilk varan kazanacakmış gibi... Oysa öyle bir çizgi yok, hiçbir zaman da olmadı. Belki de hayat, sandığımız gibi bir varış noktası değil, her durağında ayrı bir manzara sunan, sonu olmayan bir yolculuktur. Bir düşünün, bir ömrün kalitesini ne belirler sizce? Hızla geçilen yıllar mı, yoksa derinlemesine yaşanan, içine sindirilen o eşsiz anlar mı? Attığımız her adımın, aldığımız her nefesin hakkını verdiğimizde, yolun kendisi bir hedefe dönüşüverir. İşte o zaman hep birlikte anlarız ki, asıl mesele bir yere varmak değil; yol boyunca hayatta kalabilmek, hissedebilmek ve gerçekten yaşamaktır.
 
Geri
Üst