Tuz meselesi

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Bazen dilinizin ucuna kadar gelir ve fakat bir türlü oradan öteye gitmeyi başaramaz sözcükler. Geceden sabaha beyninizi saatlerce kavurmuş oldukları yetmezmiş gibi, bir de uykusuz bırakırlar yüreğinizi. Hiç düşündünüz mü nedendir rahatça yol alamayışları gidilmesi gereken yere? Hadi bu sefer siz zahmet etmeyin ben söyleyeyim. Adına “korku” yahut “menfaat ” denilenler var ya işte onlardır anlık kaygılarınız yüzünden ruhunuzu esir eden. Ve lüzumsuz yere statüyü koruma düşüncesinin üzerine titreme gayretiniz sebebiyle de, bir arpa boyu dahi yol alamazsınız doğrunun yönünde. Konumuz futbol olduğuna göre, bu söylediklerime sahanın içinden veya dışından pek çok örnek bulmak mümkün. Futbolun vazgeçilmez öğelerinden “düdüğün sahibi“ tarafından ifade etmek gerekirse, bu kâh gösterilemeyen bir kırmızı karttır, kâh çalınamayan bir penaltı ya da ne bileyim iptal edilen bir gol. Peki ya ihsas ettirilen emir benzeri beklentiye karşı tek bir söz dahi dökülememesi dudaklardan? Ya giderek sessizce öne eğilen başları ne yapacağız? Onlar ki, insanın içini yıllarca kemiren ve dahi çirkin suratlara söylenmesi bir türlü becerilememiş her “keşke”nin vazgeçilmez bir parçası olarak yaşar belleklerin bir köşesinde. Maçın sadece doksan dakikadan ibaret olduğunu düşünenler ciddi biçimde yanılır efendim. Şimdi, “Ya kaç dakika hocam” diyebilirsiniz ama bilesiniz ki öncesi ve sonrası ile kocaman bir bütündür maçın öyküsü. İsterseniz hafta başından itibaren kulak kirişte beklenen “Şu maça atandınız, hayırlı olsun“ cümlesinin yüreğine hale getirdiğini size uzun uzadıya anlatabilirim fakat şimdi sırası değil, çünkü temiz dimağınıza masal gibi gelecek birkaç cümleyi yazmaya hazırlanıyorum. Maçtan bir gün önce yapılan yolculuk bir maça dinlenmiş çıkmanın olmazsa olmazıdır. Maç günü, dönüş yolu, ertesi günün sabahında titizlikle yazılan raporu da sayarsanız, yaşamınızın neredeyse üç günü belli bir aidiyete sunulmaktadır bu dünyada. Gidiş hadi neyse de, gündelik yaşamınızdakilere ilaveten bazen beyninize yükleyiverdiğiniz kuşku dolu verilerle doludur dönüş yolu. Kuşku dolu demem bunların maç veya öncesinde yaşananlardan kaynaklı olmasındandır. Masal bu ya, maçtan bir gün önce gidilen otelde, ekip arkadaşının nedense ani ricası ile değişilen odadaki yatağa gözler kapalı biçimde sırt üstü uzanılmış ve ertesi gün oynanacak maç zihinde yaşamaya çalışılırken, başucundaki sabit telefonun zili durdurmuştur sessizliği: ”Geldin mi“? Hadi buyurun bakalım, nedir bu şimdi? O andan sonra kucağımıza konmuş “ İn midir, cin midir yoksa ekipten birinin tanıdığımı, dahası burada olunduğunu nereden bilebiliyor ki”ler ile başlayan kıvranmaya hiç vakit kaybetmeden eklenen “acaba ne istiyor”u ne yapacağız? O andan itibaren öncekinden beter bir kuşku düşmez mi beynine insanın? Defalarca yapılmış uyarılara karşın, maç öncesi birlikte yemeğe gidilen epeydir görülmemiş güvenilir arkadaşlar ve onların çok güvenilir arkadaşlarına ne demeli peki? Dedim ya “keşke” denilendir bazen temiz dünyamızı bir anda allak bullak eden. Keşke “Aradığınız burada değil, bulduğunuzda da satılık haysiyet yok” diye kapansa telefonlar, keşke kibarca reddedilse dostluk derecesi tartışılır yemekler. Lafı uzatmak istemem. Hatta bu yazıda gökten üç elmanın düşmesini bekleyenler için kalan kısmı kısa geçmeliyim ki, hem köşeme ayrılan altı yüz kelimeyi, hem de çizmeyi fazla aşmış olmayayım efendim. Sizin yaşamınızda da benzerleri olmuştur kuşkusuz ancak şurası muhakkak ki kişiler, yer ve zaman değişse bile amatöründen profesyoneline deko maç için ulaşılması gereken en yüksek menfaat ne ise onu elde etmek için sarf edilen kolektif çaba ve pişkin yüzlere çöreklenmiş pis gülümseme asla değişmez. Sonrası mı? Bir amatör küme finali devre arasında soyunma odasına girme gücü bulunan birinin, el yıkama bahanesi ile gelip başarı dilekleri arasına sıkıştırdığı: “Biliyor musun şu mağlup takım var ya, o bizim … ‘ nın takımı” cümlesini kurabilme cesaretine karşı aynı cesaretle, “bana ne” cevabını veremeyenlerin “keşkesinde saklıdır sonrası. Hiç şüphe yoktur ve hepimiz mükemmelen biliriz ki hayatın vitrininde görünen değil, perdenin ardında kalandır esas olan. “Seni biz adam ettik” küstahlığının yardımı ile diyet isteyenlerin ve hayata adam gibi başka çıkış kapısı bulamadıkları için onlara boyun eğen zavallıların acınası halleri, mevkiler ve menfaatler korunduğu müddetçe asla gün ışığına çıkmaz. Siz bakmayın bu sayede elde ettikleri unvanların ekmeğini yiyenlerin pırıltılı ünlerine. Olsun olsun şurada üç- dört sene daha sürer görecekleri ilgi, o da doğal olarak gençlikte fazla eskimeyeceğinden ötürü yakışıklı yüzler. Yoruldum biraz, nedense konunun hiç keyif vermeyen tavrı yüzünden neşem yok ve devam etmekte zorlanıyorum. Bu yüzden geri kalanın özetini benim yerime üstat Neyzen Tevfik, şu ölümsüz dörtlüğü ile yapısın size. Sazlar yine aynı saz /bir var ki tel değişti/ yumruk yine aynı yumruk / bir var ki el değişti . Unutmadan eklemem lazım ki haklısınız elbet, buraya dek okuduklarınızın ihalesi belki “kişiler üzerinden genelleme yapılamaz” mantığının üzerine kalabilir lakin heyhat! Bundan daha acı olanı da var ki, o da eskilerin bize öğrettikleri üzere, bir şeyin kokmaması için üzerine dökülen tuzun kokması meselesidir efendim. Tuzun dahi kokmuş olması evet. Bizden bugünlük de bu kadar. Dilimiz döndüğünce ucundan kenarından söylemeye çalıştık söylenemeyenleri. Eksik kalan ve merak ettiğiniz çok şey varsa da hemen acele etmeyiniz lütfen. Bir gün nasılsa karşınıza çıkacaktır onlar, salt futbol sahasında değil, hayatın her yerinde ve her zaman, yaşamınızın tertemiz sayfalarını kıskandıkları için. Bu sebeple kolay değildir yıllara sâri çirkinlikleri öyle tek kalemde masum duygularınıza sunabilmek. Bendeniz de üstat Orhan Veli’nin: “Bir de sevgilim var/pek muteber/ ismini söyleyemem/edebiyat tarihçisi bulsun” mısralarından aldığım cesaretle derim ki; işin özününşu veya bu kişilerle izahı bu aşamada anlamsız kalacağından, kokmuş tuzunne olduğunu da futbolumuzun tarihini anlatmaya soyunacak olanlar buluversin.
 
Geri
Üst