Savaşlara karşı tavrımız ne olmalı?

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Her türlü savaşa karşı olmak ve barıştan yana olmak gerçekten etkileyici fakat bir o kadar da popülist. Çünkü haklı ve haksız savaşlar olduğunu bilmek gerekiyor. Kim kurtuluş savaşlarına karşı çıkabilir ki? Kim zalimlerin yıkılacağı devrimleri "kan dökülüyor" diyerek yadsıyabilir ki? Savaşan emperyalist veya terörist ülkelerden birini desteklemek ise; bu ülke yönetimlerinin emekçilere ve ezilenlere yaşattığı ağır darbeler ve katliamlara ortak olmak gibi bir riski taşıyor. Ayrıca böyle bir ortamda devrim için gerekli olan görevleri ertelemek ve savaşa sürülen askerlerin aslında ötekileştirilen ve sömürülen kitleler olduğunu unutmak, anti-komünist (devrim karşıtı) bir tavır olsa gerek. Bu sorunu ilk defa tüm yönleriyle ele alan Lenin'in anlatımlarını özetleyecek olursak: Bu sorun, sosyalistler arasında en kapsamlı şekilde 1914 yılında, Birinci Paylaşım Savaşı patladığı zaman tartışıldı. Savaş karşısında II. Enternasyonal liderleri ve ezici bir çoğunluk, kendi ülkelerinin egemenleri yanında yer alarak savaş taraftarı olurken, daha azınlık bir grup barıştan yana ajitasyon yapmaya başlamıştı. Lenin'in başını çektiği daha küçük bir grup ise, savaşlarda taraf tutmanın emperyalist kampa katılmak olduğunu belirterek, bu savaşlara karşı devrim çağrısı yapmışlardı. Ayrıca "savaş değil barış" isteyenlerin hayal kurduklarını, bunun pratik siyasette bir karşılığı olmadığını ve bu nedenle ezilenlerin ve emekçilerin savaş karşısındaki tavrının, her ülkedeki sosyalistlerin kendi iktidarlarını devirmek için mücadeleye girmesi biçiminde olması gerektiğini ilan etmişlerdi. Bu yüzdendir ki, İkinci Enternasyonal'in lideri Kautski "dönek" unvanını almıştı. Savaşa karşı yukarıdaki temel ilkeler, elbette ki koşullar dikkate alınarak analiz edilip tavır belirlenmek durumundaydı. Gerçekten de İkinci Paylaşım Savaşı sırasında şartlar önemli ölçüde farklılaşmıştı. Örneğin 1940’larda Stalin’in başında olduğu SSCB, hâlâ emekçilerin iktidar potansiyelini taşıyor; fakat daha da önemlisi, dünya emekçilerinin nezdinde sosyalizmin saygınlığını temsil ediyordu. Almanya, İtalya ve Avusturya emperyalistlerine karşı İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği ikinci emperyalist kamp, daha fazla kâr için savaşa tutuşmuştu. Fakat Almanya saldırganlığını savaş öncesinde de göstermeye başlamıştı: sadece komünistleri değil, Yahudiler dahil tüm farklı uluslardan ve inançlardan insanları “Alman olmadıkları” için katletmeye başlamıştı. Avrupa’nın göbeğinde yeni tipte bir terörist devlet doğmuştu. Bu terörist uygulamaları ise İngiliz ve Amerikan oligarşisi zevkle izliyor ve sözde karşı çıkarak, gizlice Hitler’in Sovyetlere saldırmasını bekliyorlardı. Ve beklenen olmuştu. Stalin ise hem savaş öncesi Almanya ile hem de savaşı kazandıktan sonra Müttefiklerle (ABD-İngiltere) ittifak yaparak Leninist ilkeye ihanet etmişti. Evet, şartlar 1914 yılından farklıydı. Emperyalizmin en azgın kesimi sosyalist bir ülkeye saldırmıştı. Elbette ki bu faşist ülkeyle savaşılmalı ve onun karşısında olan tüm güçlerle ittifak kurulmalıydı. Bu sadece savaş sırasında yapılması gereken doğru bir taktikti! Dolayısıyla savaş sonrası karşı kamptaki emperyalist güçlerle (İngiltere ve ABD) yapılan ittifakın içeriği tamamen değişmek zorundaydı. Fakat Stalin savaş sonrası süreci doğru şekilde yönetemedi ve bu yanlı tavır, Yunan devriminin ve devrimcilerin yok edilmesine, Doğu Avrupa devrimlerinin ise sağlıksız bir şekilde inşa edilmesine yol açtı. Savaşın getirdiği yıkıma rağmen elde edilen yüksek prestij ve kazanımlar, Sovyet iktidarının yeniden inşasına hizmet edemedi. Ve SSCB, kapitalizm batağında boğulup gitti. Bugün Ukrayna (ki Batı emperyalizmi demektir) ile Rusya ve de İsrail-İran gibi terörist devletler arasındaki savaşta, devrimcilerin ve komünistlerin tavrı, Lenin’in 1914 yılında dile getirdiği ilkelerden farklı olmamalıdır. Bugün bu ilkeyi değiştirecek herhangi bir farklı koşul gözükmüyor. Tek iddia edilen ve görünüşte haklı gibi olan açıklama: “büyük ve vahşi Batı emperyalistlerinin karşısında Rusya ve İran gibi ülkeleri desteklemek gerekir” gibi bir taktik, ne yazık ki bu ülkelerdeki devrimcilere görevlerini unutturmaktadır. Batı karşısındaki bu ülkelerin, emperyalist ülkelerden aşağı kalmayan biçimde devrimcilere, kadınlara ve ezilen halklara yaşattıkları vahşeti unutmak mümkün mü? Onların acılarını, duygularını hissetmemek demek, onların bizlerle olan enternasyonal bağını koparmak demektir. Bunun için özellikle 1945-49 yılları arasında Yunan devrimini incelememiz gerekiyor. ABD ve İngiliz emperyalist kampla birlikte olan Stalin ve hempalarının, ülkenin %80’ine sahip komünistleri neden İngiliz zalimleriyle birlikte yok ettiklerinin derin anlamı, terörist-emperyalist-faşist kamptan birini destekleyen taktik anlayış içinde bulunuyor. Yani ABD, Avrupa ve İsrail’in Filistin halkına yaptıkları katliamları, Orta Doğu ve Güney Amerika dahil tüm geri kalmış ülke halklarına yaptıkları zalimlikleri, komploları unutmadık, unutmayacağız. Bu zalimlerin İran’a açtıkları savaşın yanında yer alırsanız, katledilen Filistinli kadın ve çocuklarla, elleri kesilen Che Guevara’yla, Şilili Victor Jara’yla, Küba ve Latin Amerika’daki yoksullarla, Orta Doğu ve Uzak Doğu’daki ezilen halklarla bağınız kesilir. Tıpkı İran’daki direnişin sembolü Mahsa Amini, katledilen kadınlar, sistemli olarak yok edilen Kürtler, Halkın Fedaileri, Halkın Mücahitleri, aydınlar ve devrimcilerle bağlarınızı kaybedeceğiniz gibi. Emperyalizme karşı çıkmak, aslında İran ve İsrail komünistlerinin kendi iktidarlarını alaşağı etmesi gibi bir devrimci görevden başka bir şey değildir. 1917 Ekim Devrimi’ni başarıya taşıyan temel taktik, işte bu adım olmuştur. Lenin ve Bolşevikler de zamanında "Alman ajanı" olarak suçlanmışlar fakat Çarlığı yıkarak bu suçlamalara gereken cevabı vermişlerdir. Sınıf mücadelesi bizlerden bu tür cevaplar bekliyor! Bolşevik taktikten çıkarılacak biricik ders şudur: emperyalist kamptan birini desteklediğinizde sadece onların zalimliklerine ortak olmuyorsunuz, daha da kötüsü, bu ülkelerdeki ezilenlerle olan duygusal ve insani tüm bağınızı kaybediyor ve bunun farkına bile varamıyorsunuz. Onun için binlerce Yunan devrimcisi ve sempatizanlarını, ABD-İngiliz emperyalistleriyle iş birliği yaparak anti-insani özellikleri içselleştirmiş ve bizzat kendilerine komünist diyen Stalinci cellatlar katletti. Onun içindir ki ABD ile iş birliği yapan Kürtler ile onlarla birlikte olan güya Marksistler, bu nedenle İsrail’in yaptığı katliamları ve vahşeti açıktan kınayamıyorlar (ileride de onlarla birlikte bu katliamları yapma tehlikesi içindeler). Onun içindir ki dincilerle iş birliği yapan “solcu” aydınlar ve kendine devrimci diyenler, ülkemizin yaşadığı bugünkü acılardaki paylarını bir türlü bilince çıkartamıyorlar. Sınıf mücadelesinin bu sarp ve tuzaklarla dolu yolunda İran Komünist İşçi Partisi lideri Hamid Taqvaî, İsrail-İran savaşı ile ilgili gerekli cevabı veriyor: “Bu, iki terörist devlet arasındaki bir savaştır. Ancak bu savaşa devrimci ve insani bir yanıt, yalnızca teröristlerin savaşına karşı olmak, barışseverlik ya da savaşı durdurma talebiyle pasifist bir tutum almakla sınırlı olamaz. Kararlı bir karşı koyuş gereklidir. Netanyahu’nun faşist hükümetiyle hesaplaşmak İsrail halkının görevidir; İran İslam Cumhuriyeti'nin yıkılması ise İran halkının acil sorumluluğudur.” Sanırım bu, komünist olmak ve siyasi riskleri göze alan devrimci tavırla ilgili bir sorun! *İran’daki devrimci sol muhalefetin ezici bir kesimi de aynı görüştedir.
 
Geri
Üst