Savaş durduran şarkılar; “Zhdy Menya”(Bekle Beni)-1-

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
“Tanrım neden bize bunları yapıyorsun? Günlerden beri boş binaları almak için kan döktük. Ölülerimiz hala sokaklarda, kuyularda yatıyor. Çoğu tanınmayacak durumda. Öğleden geceye kadar kanlı çarpışmalar sürüp gitti. Sekiz gün süren çatışmalardan sonra Stalingrad sokaklarının uzunluklarını artık metrelerle değil ölülerin boylarına bakarak ölçüyoruz… Stalingrad artık bir kent değil … gün ışıyıncaya dek kentin kalıntıları yoğun ve kara bir duman bulutuyla örtülü. Gece çöktüğünde gün boyunca savaştan gizlenen köpekler sokaklara dökülüyor ve Volga’nın buz gibi sularına atlayarak öte yakaya geçmeye çalışıyorlar. Stalingrad onlar için bile cehennemden farksız…” Yukarıdaki notları; Stalingrad kuşatmasına katılmış, 24. Panzer Birliği’nden bir Nazi askerinin not defterinden alıntıladım. Köpeklerin bile şehirden kaçmaya çalıştıkları bir savaşta, insanların nasıl olup da ayakta kaldıklarını anlamakta güçlük çekiyorum ben… Efendim anladığınız gibi, bu yazı, İkinci Dünya Savaşı’yla ilgili bir yazı olacak. Ancak bilmeyenler için ilginç ayrıntılarla dolu ve insan yüreğinin nasıl sınırsız olabileceğine ve insanın, âşık insanın, savaş gibi onur kırıcı ve umudun düşmanı bir eylemde bile bir tek aşka yaslanıp direnebileceğine dair iki ayrı hikâye anlatacağım size. Savaş durduran iki şarkıdan ve o şarkıların hikâyelerinden söz edeceğiz bu yazı dizisinde. Her iki şarkı da, savaşan iki cephenin askerlerince ezbere bilinirmiş ve daha da ilginç olanı, bu şarkılar çalındığında ya da söylendiğinde savaşa her iki cephede de ara verilirmiş. İlginizi çektiyse hadi buyurun, önce İkinci Dünya Savaşı’nın kaderinin değiştiği cepheye, Stalingrad kuşatmasına gidelim. 1939’un 1 Eylül gününde Nazilerin Polonya işgaliyle başladığı kabul edilen İkinci Dünya Savaşı, (*Bu yüzden 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kutlanmaktadır ) kendilerine III. Reich diyen Nazilerin mutlak faşist ve işgalci zihniyetiyle dünyayı birbirine katar. Naziler, neredeyse tüm Avrupa’yı ve Afrika’nın ortalarına kadar olan bölgeleri işgal ederler… Sırada büyük tehdit, komünist Sovyetler Birliği vardır. Stalin’in başında olduğu Sovyetler Birliği’yle her ne kadar saldırmazlık anlaşması imzalansa da, kuzeyden Avrupa’nın ortasına doğru gelen Rus işgali Nazileri tedirgin eder. 1941 yılının Eylül ayında Alman panzerleri Volga kıyılarına çıkarlar. Rusya çevik ve organize Nazi birliklerine göre hem asker sayısıyla, hem de silah donanımı olarak daha zayıftır. Askeri kaynaklar, “üç Nazi’ye karşı bir Rus” oranını bildirirler. Hitler’in dünya imparatorluğu düşü için Stalingrad’ın işgal edilmesi şarttır. Çünkü bu cephe hem iletişim için son derece önemli bir kenttir, hem de Moskova’nın yıkılması için yoldaki son büyük kaledir. Dönemin Nazi 6. Ordu Komutanı Mareşal von Paulus, kenti teslim alarak Moskova yolunu açmanın ve tarihi değiştirmenin rüyalarını görmektedir. İşte bu dikkat dağınıklığı, ona delice bir fikrin olabilir görünmesine neden olacak ve Naziler için savaşın kaderi değişecektir. Mareşal Paulus; Rusların en güçlü üç savunma hattına birden ve direk cepheden saldırıya geçecektir. Bu hatlar; Traktör Fabrikası, Brakidi Savaş Gereçleri Fabrikası ve Kızıl Ekim Çelik Fabrikası’dır. Bunlar kuzey Stalingrad savunmasının kalbidir. SALDIRI BAŞLAR Saldırı 4 Ekim 1941’de başlar ve üç hafta sürer. Paulus’un yanında çok değişik nitelikleri olan ve her biri de özel savaşlar için yetiştirilmiş bazı birlikler vardır. Bu birlikler içinde özellikle sokak savaşlarında ve lağım kazmadaki üstünlükleriyle bilinen Polis ve Mühendis Birlikleri göze çarpmaktadır. Bu uzman birliklerin karşısında Ruslar küçük küçük gruplar kurmuş ve bu gruplar üzerinden sadece Alman hatlarına mümkün olduğunca fazla zarar vermekten başka strateji geliştirememişlerdir. Elbette ki düzenli ve güçlü olan Almanlar tüm cephelerde beklenen üstünlüğü gösterir. Ardı sıra gelen dondurucu soğuklar, savaşın havaların ısınmasına kadar ertelenmesine yol açsa da, Almanlar gelen ilk iyi iklim koşullarında Moskova’ya yürüyeceklerinden emin bir bekleyişe geçerler. Siperden ilk çıkan Rus ordusu olur. İlkbaharın gelmesinin ardından üç koldan saldırıya geçerler. Sovyetler’in niyeti Leningrad ve Sivastopol’u kurtarmak ve Karkov’u yeniden ele geçirmektir ama üç cephede de ağır yenilgiler alırlar. 600’den fazla tank kaybederler. Saldırıdan önce “bire beş” olan zırhlı birliklerin oranı bu kayıptan sonra “bire on” olur. Ruslar her ne kadar umutsuzca direnmeye çabalasa da, Hitler’in niyeti aslında direk Stalingrad değildir. Stalingrad asıl büyük niyete ulaşmanın önünde bir engeldir sadece. Bütün amaç, Donets Havzası’ndaki yer altı madenleri ve Kafkasya’daki petrol yataklarından gelecek yardımın önüne geçmektir. Stalingrad, her iki amacın tam da ortasında duran, haberleşme merkezi olarak çok yüksek stratejik önemi olan bir kenttir. Kuşatma komutanlarından 1. Panzer Birliği Kumandanı General von Kleist, Nisan ayının ortalarında Hitler’e şöyle bir rapor sunar: “Ben ve panzerlerim Reich’ın petrol gereksiniminin kesintisiz olarak sağlandığı yerde en etkili güç olacağız. Artık bizim için Stalingrad haritada bir isimden farklı bir şey değildir.” Her ne kadar tarihin en kanlı savaşlarından biri olarak anılsa da; Stalingrad Savaşı’nda Almanların rehavete kapılması ve Rus piyadesinin sokak savaşlarındaki dirayeti eş değerde sonuçlar belirler. Çünkü sayıca az olan Ruslar’da, her geçen gün komuta kademesi yozlaşır ve bölünmeler başlar. Kolhozların çevresinde direnen, gerilla biçiminde savaşan askerler sadece içlerindeki yurtseverlik aşkı için vazgeçmemekte; ancak çok da etkili olamamaktadırlar. “… geçen yılkinden çok farklı her şey… Ruslar çok güç durumdalar ve dağılmış gibiler… Silahlarını deli gibi ateşliyorlar fakat hiç biri bizlere gelmiyor…” Tastamam böyle bir not düşmüş bir Nazi askeri günlüğüne… Dönemi anlatması adına ilginç bir ayrıntı bence. Sonra Stavka (*Kızıl Ordu Yüksek Komuta Heyeti) bir görev değişikliği yaparak General Zukhov’u Stalingrad cephesinde görevlendirir. Zukhov şöyle yazar defterine: “… durumu anlamaya çalışırken iki tümenin personeliyle karşılaştım… Onlara Almanların nerede olduğunu sorduğumda, bana cevap bile veremediler. Kendi güçlerine inançlarını öylesine yitirmişlerdi ki, bu inancı onlara kazandırmanın ne kadar güç ama ne kadar gerekli olduğunu orada anladım...” Zukhov sürekli birlik kurmaya çabalarken, 6. Ordu Komutanı Paulus’un taktiği çok basittir: “Kızıl Ordu’nun ‘bembeyaz kesileceği’ bir yıpratma savaşı”… Sanki bir aşağılama, sanki bir alaya alma, kedinin yemeden önce sersemlemiş bir fareyle oynaması gibi… Sürekli yinelenen saldırılar karşısında, Rusların gösterdiği kırılmaz ve şaşırtıcı direnç, Nazilerde git gide bir umutsuzluğa yol açar ve saldırı reflekslerini yorup hırpalamaya başlar. (Savaştan sonra açılan Nazi belgelerinde Alman kurmaylarının “yıpratmak isterken yıpranıyoruz” dedikleri yazılıdır.) Sonunda yıpranan ve bitkin düşen Kızıl Ordu değil de, Wehrmacht (Nazi Ordusu) olur. Almanlar zafere gittiklerini sanarak, saldırı üzerine saldırı yaparken, bir yandan ellerinde avuçlarında kalan tüm yedekleri ve stokları da tüketirler. Buna karşılık Ruslar, Zukhov’un “sürekli stok ve birlik tazeleme” taktiğiyle, sahaya yeni tümenler sürmektedir. Nitekim 2 Şubat günü, 6. Ordu teslim olduğunda, Nazi askerlerinin yiyecek ekmeği olmadığı gibi, sıkacak kurşunu da kalmamıştır. Yaklaşık 130.000 Nazi askeri Ruslara teslim olurken, Asya’daki Nazi gücü de bir daha toparlanamayacak şekilde yıkılıp gider. Elimden geldiğince en kısa haliyle anlatmaya çalıştığım, tarihin bu en kanlı savaşlarından biri olan Stalingrad Savaşı’nda dikkatimizi çeken en önemli şey; üç Almana karşı bir Rus askerinin ya da on Alman zırhlısına karşı bir Rus zırhlısının çarpışmasındaki şaşırtıcı sonuçtan çok, General Zukhov’un defterine yazdığı notta gizlidir bence. Ne diyordu komutan; “… Kendi güçlerine inançlarını öylesine yitirmişlerdi ki, bu inancı onlara yeniden kazandırmanın… ne kadar gerekli olduğunu orada anladım…” Bizim hikâyemizin birinci ayağı da tam da bununla ilgili işte. Naziler’in Paulus komutasındaki 6. Ordu’yla saldırmasının karşısında, Ruslar’ın kısaca “62” dedikleri, 62. Ordu’nun yaralı ve bitkin düşmüş askerlerine bu direnci veren şeylerden biri, hiç kuşkusuz ortaklaşa söyledikleri ve neredeyse her Rus askerinin ezbere bildiği bir şarkıdır. Siperde ya da saldırıda bir Rus asker geleneği olan şarkı söylemek; belki de en çok bu savaşta işe yarayan bir yürek direnci yaratmıştır. Nazi hava saldırısında bir canavar olan Stuka uçaklarının, bombalamak için dalışa geçtiğinde, sırf korkuyu arttırmak ve moral bozmak için özel olarak çaldıkları bir düdükleri varmış. Alman Hava Kuvvetleri Luftwaffe’nin, Messerschmitt ve Stuka savaş uçaklarının tek anlamı gökten gelen ölümmüş o günlerde. Bunun karşısında Rusların Yakovlev ve Şturmovik ya da “odun kahraman” diye de anılan Lavoçkin tipi uçakları etkisiz kalırmış. Yine böylesi buz gibi bir kuşatma gecesinde, hava saldırısının bir an ara vermesini fırsat bilen Rus askerleri, tütünleri olmadığı için, Volga Nehri’nden toplayıp kuruttukları yosunları pipolarına doldurmuş öksüre öksüre içmeye çalıştıkları bir gece… kimseler konuşmazken… herkesin yüzünde derin ve depderin bir keder egemenken ve gökyüzünde yıldız yokken… nereden geldiği pek de belli olmayan bir şarkıyı duymak için kulak kabartırlar. Birliğin komutanı Kızıl Yıldız Gazetesi’nin muhabiri ve aynı zamanda yarbay olan genç adam, uzakta bir yerde, elinin içine yatırdığı sigarasını hem içip, hem de donmuş elini ısıtmaya çalışırken, uzak, çok uzak düşlerdedir… Askerlerdeki bu tuhaf sessizliğe şaşırır önce… Sonra vınlayarak, insanın burnuna kamçı çarpmış gibi yakan buz gibi rüzgârın karanlığın içinden getirdiği ve belli belirsiz duyulan şarkıya verir dikkatini. Şarkının melodisi çok hüzünlüdür ama sözler ona çok tanıdık gelmiştir. Şarkı cephede savaşırken, ardında bıraktığı kadına onu çok sevdiğini, onu çok özlediğini söyleyen bir yakarışı anlatmaktadır. Belki az sonra başlayacak saldırıda hayatını kaybedecek olan, aç, yorgun, bıkkın askerlerin son bir umutla, sevdiği kadının hayaliyle, ısınmasını anlatmaktadır şarkı. Ölmek üzere olsa bile kendisini beklemekten vazgeçmemesini isteyen kadına, iç parçalayan bir seslenişi vardır: “Bekle beni / Bekle beni döneceğim / Yağmurlar içinde bekle beni / Karlar tozarken bekle / Ortalık ağarırken bekle / Kimseler beklemezken sen bekle beni…” Islık çalan rüzgârın uğultusunda bir duyulup bir kaybolan şarkının sesi, tam geceye karışıp kaybolacakken, sakalları uzamış ve neredeyse günlerdir uyumayan “62”nin tümaskerleri, capacanlı ve umut dolu sesleriyle şarkının nakarat bölümüne eşlik ederler; “Bir tek sen olsan bile bekle beni / Döneceğim bekle beni” Yorgunluktan, cesede benzeyen askerlerin yüzünde bahar çiçeklerinin açıldığını gören komutan büyük bir şaşkınlıkla, herkesin bir ağızdan söylediği bu şarkıyı dinlemektedir. Bu şarkıyı ilk kez dinlemektedir ama sözlerini ezbere bilmektedir. Çünkü şarkının sözlerini… kendisi yazmıştır. Belki de dünyanın en çok bilinen savaş şiiri olan “Zhdy Menya” (Bekle Beni)’nin yazarı Konstantin Simonov, bu şiiri âşık olduğu kadın, tiyatro ve sinema oyuncusu Valentina Serova için cephede, askerken kaleme almıştır. Şiir umulmadık bir yayılmayla; bir savaşın ve koskoca bir umudun simgesi olarak ezberlenmiş ve şarkı haline getirilip söylenmektedir. Simonov, Stalingrad’da yarbay rütbesinde asker edilmeden önce, Kızıl Yıldız ve Pravda gazeteleri için savaş muhabirliği yapan bir gazetecidir. Şiiri, Wehrmach’ın kuşatma altında tuttuğu o korkunç gecelerden birinde, tüm umudunu kaybettiği bir gece, kaldığı soğuk odasında kaleme almıştır. Kendisi daha sonraları o geceyi anlatırken; “… çıldırmak üzereydim. Bunu önleyebilmenin tek yolu Valentina’yla konuşmak, ona aşkımı ve hasretimi anlatmak ve mutlaka geri döneceğimi söylemekti” diye konuşacaktır bir gazete röportajında. KIZIL YILDIZ GAZETESİ Simonov savaş sırasında yirmili yaşlarının ikinci dilimindedir. Yazdığı şiiri kısa bir izinle Moskova’ya gelen bir askere vererek, çalıştığı Kızıl Yıldız gazetesine götürmesini istemiştir. Ama askerin gidişi o gidiş, bir daha ne askerden, ne de gazeteden bu konuda bir haber alamamıştır. Kuşatmanın en kanlı saldırılarının yaşandığı ve bir an, kısacık bir ara verildiğinde tüm askerlerin ezbere bildiği şarkının sözleri bunun için Yarbay Simonov’u çok şaşırtmıştır. Nereden biliyorlar ve hangi arada bu şiiri şarkı olarak bestelediler? Ya da her şeyden öte bu şiir onlara nasıl ulaştı? Hikâye şöyle mucizevî bir şekilde gelişir; izine giden asker şiiri gazeteye ulaştırır. Gazete savaşın henüz yıkıp yakmadığı bir şehirde bu şiiri basar. Bu şiiri okuyan bir asker şiiri çok beğenip, onu keserek Stalingrad yakınlarında bir kasabada oturan nişanlısına gönderir. Şiirden çok etkilenen nişanlı da bunu arkadaşlarına gönderince, inanılmaz bir duygu seli olan “Bekle Beni” efsanesi şimşek hızıyla her yana yayılır. Bu aşk dolu, dramatik şiirin, dönem yöneticileri; başta Stalin olmak üzere diğer tüm Rus yöneticilerinin çok da hoşuna gitmediğini biliyoruz. Savaş sırasında patlayan bu şiirle ilgili Josef Stalin’e Konstantin Simonov’u sorar gazeteciler. Stalin kısa bir yanıt verir: “Bırakın şu ucubeyi, Yesenin’i tercih ederim.” Yine başka bir buluşmada Stalin’i sıkıştırır gazeteciler: “Efendim cephede vurulan her askerin cebinden bu şiir çıkıyor, belli ki etkisi büyük. Bundan bastırıp orduya dağıtalım mı?” ... “Olur, yapın” yanıtını alınca, “Kaç adet bastıralım? ” diye sorarlar… Stalin yine kısa ve sade bir cevap verir: “İki tane bastırın. Biri yazara diğeri de sevgilisine verilmek üzere…” Stalin ne düşünürse düşünsün, ( şiirin askerin kalbini yumuşatıp savaşma ritmini düşüreceğinden korkuyor olsa gerek) “Bekle Beni” şiiri Sovyet Ordusu’nda hem subaylar hem de erler tarafından ezbere bilinen bir şiirdir. Yüzlerce değişik formda, ama hep hüzünlü bir tonda bestelenmiş bir şiir. O dönem cephede vurulup ölen ya da yaralanan tüm Sovyet askerlerinin tam da kalplerinin üzerine denk gelen göğüs ceplerinde ya gazeteden kesilip çoğaltılmış ya da elle yazılmış olarak bu şiir çıkmaktadır. (*Esir alınan bazı Nazi askerlerinin ceplerinden de bu şiirin Almancasının çıktığını yazar bazı kaynaklar.) (DEVAMI VAR)
 
Geri
Üst