A
Admin
Yönetici
Yönetici
1933 büyük kitap katliamı, zaten “güzelce hazırlanmış milliyetçi çılgınlık” için fitili tutuşturma görevi gördü. Çok geçmeden entelektüel birikimiyle tanınan, ünlü mimar, Albert Speer (Sonradan Nazi hükümetinde bakanlık yapacaktır.) “Alman Kültürü İçin Savaş Birliği” adıyla bir örgütlenmeden söz etmeye başladı. Zaten 1928’den beri Naziler tamamen milliyetçi bir kültür örgütlenmesini yaygınlaştırmak için edebiyatı ve tiyatroyu kullanarak, tüm milliyetçi akımları birleştirmeye çalışmaktaydı. Konferansçıların ısrarlı çabaları sonuç verdi ve Alexander von Senger adlı “uzman” bir Nazi, “sanat ürünleri için milli bir diktatörlük” savıyla çıktı, kendine yabancılaşmış, uyuşturulmuş kitlelerin önüne. Ardından Wilhelm Frick önderliğinde milliyetçi sanat adamları Weimar’da etkileyici bir gösteri düzenlendi. Bu gösteriden sonra edebiyat, mimari, tiyatro ve güzel sanatlar sayılan tüm dallarda “halka zararlı akımlara” karşı etkili ve caydırıcı önlemler alınmasını zorunlu kılan bir önerge kabul edildi. Ayrıca yayınlanan bir bültende, Alman sanatını bozanların isimleri artık açık açık bildiriliyordu. Erich Kaestner, Kurt Tucholsky, Thomas Mann, Bertolt Brecht, Wassili Kandinsky bu listeye giren bazı isimler… Bunlar “kültürel bolşevikler”dir ve milli birliğin düşmanlarıdırlar… Savaş Birliği böylece milliyetçi kültür çevrelerinden üye sağlamayı da başardı. Üye sayısı inanılmaz rakamlara ulaştı. 250 bin civarı üyesi olan bir dernek tarihte görülmedi bir daha. Oluşturulan bu milliyetçi rüzgar, Die Bildkunst adlı bir dergi ve Deutsche Kunstkorrespondenz adlı (*ücretsiz dağıtılan) bir bültenle tüm ülkeye yayıldı. 1931 ve 1932’de Savaş Birliği’ne katılanların sayısı o kadar arttı ki, müzik, güzel sanatlar ve edebiyat gibi dallarda uzmanlık gurupları oluşturuldu. Zaten 1929’dan beri koalisyon hükümetinde olan nasyonal sosyalistler bu ruha uygun reform çalışmalarına başladılar. Wilhelm Frick Halk Eğitim Bakanlığı’na atanınca, Nazilerin kitle üzerinde yasa yoluyla müdahale yetenekleri, artık tartışmasız bir komut vermeye dönüştü. Örneğin; Goebbels’in övdüğü “Potemkin Zırhlısı” filmi başta olmak üzere, Eisenstein’in tüm filmleri, ardından Pabst’ın filmleri zararlı görülerek yasaklandı. Müzik de nasibini aldı elbette. Stravinsky ve Hindemith gibi dünya çapındaki müzisyenler “Bolşevik” ilan edilip, konserlerine izin verilmedi. Modern resimlerin halka açık salonlarda sergilenmesi yasaklandı. Tiyatrolarda ne oldu peki? Tiyatrolarda da bu anlayışın öngördüğü gibi, Alman sanatının Alman sanatçılar tarafından yapılabilmesi için, bir “temizlik” harekâtı, gürültülü bir biçimde devreye sokuldu. Önce Berlin’de Prusya Devlet Tiyatroları yöneticisi ve yılların deneyimli yönetmeni, Heinz Tietjen’in otantik Alman sanatının gerçekleşmesinde “yetersiz” ve “başarısız” olduğu gerekçe gösterilerek görevine son verildi. Buna kanıt olarak da, sözleşmesi yenilenen Yahudi aktörlerin sayısının çokluğu işaret edildi. Tietjen’in yerine Weimar Milli Tiyatrosu’nun da yöneticisi olan ve repertuvarına Mussolini’nin bir eserini almakla ün salmış Ludwig Ulbrich getirildi. Fanatik milliyetçiliğiyle tanınan bu yönetici, sanat danışmanı olarak, eski bir ekspresyonist olan Hans Johst’u yanına aldı. Johst’a göre tiyatro siyasal ve milli amacından başka bir işleve sahip olamazdı. (Meraklısına not; Nazilerin 10 Mayıs 1933 kitap yakma ritüelinde, ilk yaktıkları kitaplardan biri de Heinrich Heine’ın kitaplarıydı. Artık slogan haline gelmiş olan ve kültürün aydınlık yüzü olan kitaplar için söylenmiş; “Bugün kitapları yakanlar, yarın aynı yerde insanları yakarlar” sözünün sahibi Heine yeni Nazi kültür örgütlenmesinde aforoz edilmişti… Nazi tiyatrosunun yeni sanat yönetmeni ve danışmanı Hans Johst, 20 Nisan’da Hitler’in doğum günü nedeniyle oynanan, kendi yazdığı, “Schlageter” adlı eserin kişilerinden birisinin söylediği bir replikle, nefret ettiği Heine’a bir cevap veriyordu: “Ben ne zaman kültür sözünü duysam, silahıma sarılırım”… Yorum sizin…) Tüm bu sanatsal kıyım yaşanırken, en çok direnen kurum yine Prusya Sanat Akademisi oldu. 1926’da kazanılan Edebiyat Kürsüsü tehdit altındaydı. Ünlü oyun yazarları Gerhart Hauptmann, Thomas Mann, Arno Helz ve en ünlü Alman kadın romancılardan Ricarda Huch başta olmak üzere, duyarlı sanatçılar, sanatın özgürleştirici kimliğinin korunması gerektiği konusunda direndiler. Akademi 1931 Ağustos kararnamesinin getirdiği sansür rejimiyle “zararlı” düşünen yazarlara uygulanan baskıyı, bir takım bildirilerle protesto ettiler. Heinrich Mann, 1932 yılının sonunda, meslektaşlarını kararlı bir direnişe çağıran ve büyük tartışmalara yol açan bir rapor yayınladı. Mann; edebi eleştiri alanındaki milliyetçi yöntemlerin sanatın ruhuna ters düştüğünü ve şiddetle reddedilmesi gerektiğini söylüyordu. Nazilerin her ne kadar muazzam taktikleri olsa da, sanatçılar tehlikeli insanlardır. Özgürlükleri gölgelendiğinde yaratıcılıkları ve dilleri daha da sivrilir. Yazar Mann; yanında ünlü ressam Kathe Kollwitz’i ve diğer bir avuç mücadeleci sanat adamını da alarak Nazizme karşı, birleşik bir sol cephe oluşturulması çağrısını yapınca, Naziler aradığı fırsatı yakaladı. (Bu çağrı metni, Mart ayında yapılan Reichstag seçimleriyle ilgili kampanya sırasında duvarlara asılmıştı.) Bu konuyla ilgili Goebbels’in günlüğündeki 8 Mart tarihli sayfaya yazdıklarına bakmak yeterli olacak sanırım. Diyordu ki Goebbels; “… Bakanlığımı basın, sinema, tiyatro, radyo ve genel propaganda siyasetini denetlemekle görevli beş sektör halinde örgütlemeliyim. Oysa bu görevler, henüz varlıklarını sürdüren (*Prusya Sanat Akademisi gibi- HF) hizmet birimlerince yürütülüyorlar. Bir süre sonra bu birimlerle tartışacağımız kesindir… Edebiyat, tiyatro ve radyoyu denetlemek görevi, İçişleri Bakanlığı’ndan alınıp, Propaganda Bakanlığı’na bağlanmalıdır… Tüm ideolojik yönlendirme araçları ve o araçların olanaklarını bizzat en yukarıdan yönetmeliyiz… ” Anlaşıldığı gibi Goebbels, Almanların ne bilip ne okuyacağını, hatta ne düşünmeleri gerektiğini bile tümüyle kendisine bağlamayı kuruyordu… Çok kısa bir süre sonra da Naziler bu rüyalarına ulaşacaktı. Goebbels 19 Mart 1933’de, Ulusal Radyo’nun başına, sadık Nazi yanlısı Eugen Hadamovsky’yi getirdi. Bu usta psikolojik savaş taktisyeninin görüşü çok basitti: Kitlelerin üzerine yapılan baskı, fiziksel şiddet ve sürekli bir ideolojik baskıyla tamamlanabilirdi ancak… Bu görüş, Meclis’in Hitler’e tam yetki verdiği 23 Mart 1933 toplantısında, uygulama alanı yakaladı ve eşi benzeri görülmemiş bir tantanayla, radyo, aralıksız bu konuda yayın yaptı. Ardından Hitler’in doğum günü olan 20 Nisan’da radyo programlarının tümü Führer’in doğum yıldönümüyle ilgili olmayan hiçbir yayın yapmadı. Ve tarihe bir demagoji dehası olarak geçen 1 Mayıs 1933 iş ve işçi bayramını Nazilerin büyük bir geçit töreniyle kutlaması, zaten bulanmış olan akılları iyiden iyiye felç etti. Eğer nazik bir toparlama yapmamız gerekirse şunu söylemek sanırım çok yanlış olmayacak: Belirsiz ve birbirinden kopuk muhalefet ya da cılız önlem alma çabaları, artık Yeni Almanya’da yerini, tüm kültür yaşamını etkileyen sistematik bir değişikliğe bırakıyordu. Bunun en büyük nedeni de oportünist girişimler ve sadece kendi varlığını sürdürmek için, zeki ve tehlikeli devletle bir şekilde anlaşma yoluna giderek özüne ters düştüğünü bile fark etmeden kimliksizleşen sanat adamlarıyla, korkup geri çekilen “her günün sanat adamlarının” bencil ve işbirlikçi davranışlarıdır. Sürekli susarak ve dediğiyle eylemi örtüşmeyen, iş birliği içindeki sözüm ona sanat adamları, tarihin her diliminde mücadele eden ve ufuk açan sanat adamlarının en büyük düşmanı oldular. Bu açığı kullanan devlet, toplumsal refleksin en yoğun uyarıldığı sanatı, böylece ve kolaylıkla esaret altına alır. Nazilerde bu işin daha görünür olmasıyla, tarihin herhangi bir yerinde ve herhangi bir zamanında yapılan tüm işbirliği girişimleri arasında hiçbir fark yoktur aslında… Kaçınılmaz olarak, öncelikle ülke sanatının sırtında bir yük olan sanat hainleri, bunun ötesinde kanımızda dolaşan birer mikropturlar. Köpeksiz köyü gören Naziler, değneksiz olarak dolaşmaya ve kudurdukça kudurmaya devam ederler. 27 Mart 1933’te Nazi yanlısı Hessenli Ferdinand Werner tarihe çakılan bir açıklama yapar. “Yazarlar ve gazeteciler on emre uymak zorundadırlar. Bu emirlerden birisi de, Hitler’in Kavgam adlı kitabını çalışma masasında bulundurmak zorunda olması, bunu yapmazsa halkına ve mesleğine karşı görevini yerine getirmemiş sayılır” ilkesidir. Bu saldırılar devlet eliyle, şiddetle ve muhalif sesler ve sonsuz kavga adamlarının az olmasından kaynaklı olarak, gün be gün artar. Mayıs 1933’te Goebbels, tiyatro ve sinema çevrelerinin çağırıldığı bir toplantıda artık sesini temizlemek zorunda kalmadan, şöyle bir konuşma yapar: “… Siyasetimizin amacı, enternasyonalizmi sanat yaşamında sökmek, enternasyonalizmin ajanları olan Yahudilerin çalışmalarına son vermek ve milliyetçiliği kültür yaşamına yön veren büyük bir düşünce haline getirmektir…” Bugün sanata katkılarından ötürü pulları basılan, üzerine incelemeler yapılan Max Reinhardt gibi, Otto Klemperer gibi Yahudi tiyatro adamlarının dışlanması karşısında, zayıf da olsa birtakım sesler duyulsa da, bu sesler çok çabuk bastırıldı. Artık yeni sistemin ve o sistemin kalbi olan propagandanın gücünü kanıtlaması için tek eksik, büyük bir olayın meydana gelmesiydi. Bu büyük olay 10 Mayıs 1933 günü meydana geldi. Tarihe kitap katliamı olarak geçen bu olaydan hemen sonra bunun bir Yahudi oyunu olduğu savıyla Naziler, üç ay gibi kısa bir sürede, bir oldubittiyle, kara listelerini hazırlayıp bütün kütüphaneleri denetlemeye ve “bolşevikleri yakmaya” başladılar. Şimdi tarihe geçmiş o geceye biraz daha ayrıntılı bakmayı deneyelim. 1931 yılında üniversiteyi ele geçiren Nasyonal Sosyalist Alman Öğrenci Birliği’nin üyeleri, öğrenci seçimlerinde, yüzde 44,4 gibi çok yüksek bir oy almayı başarırlar. Nasyonal Sosyalist Alman Öğrenci Birliği, “Alman olmayan düşüncelere karşı faaliyetler" olarak adlandırılan eylemlerini, 12 Nisan 1933 günü, "12 Tez" adıyla yayınladıkları bildiriyle uygulamaya başlarlar. “Devlet ele geçirilmiştir ama yüksekokullar değil” sloganını kullanarak, o tarihten itibaren “Alman olmayan düşüncelere karşı faaliyetler” adı altında bir dizi etkinlik başlatırlar. Bunların zirvesiniyse 10 Mayıs 1933’te kitap yakma ritüeli oluşturur. Nazi yönetimi bu eylemlerin düzenlenmesine katılmıyor, bunları yüksekokul öğrencileri planlıyor ve uyguluyordu sözümona. 40 bin kişi kitap yakma törenini görmek için Berlin'deki Opernplatz Meydanı’na toplanmıştır. Yağmur yağmaktadır ancak her bir üniversiteli genç Nazi, kucak kucak kitabı ateşe atarken bağırarak yemin etmektedir: "Alman olmayan her şeyi ateşe verin. Materyalizme ve sınıf kavgasına karşı. Halkın birliği ve idealist yaşam anlayışı için. Ben Karl Marx ve Katusky´nin yazılarını ateşe atıyorum."Daha sonra bir başka öğrenci elinde bir yığın kitapla ateşe yaklaşır: “Aile ve hükümet terbiyesine, çöküş ve ahlâki yozlaşmaya karşı Alman ırkının en başarısız ve en saçma yazarı, dünyanın en doğru gazetesi, bizim gazetemiz Völkischer Beobachter’ın kirli masalların yazarı dediği Erich Kastner’i ve lanet olası eşitlikçi kitabı “Fabian” başta olmak üzere tüm kitaplarını ateşe atıyorum.” Berlin’in Opera Meydanı’ndaki merkezî tören radyodan da naklen halka aktarılmaktadır aynı anda. Çok sayıda öğrenci, Nazi SA ya da SS üniforması giymiştir. Ağızlarında aynı kanlı yemin: “Ateşe, Sigmund Freud’un, Heinrich Heine’ın yazılarını atıyorum… Alman tarihinin saptırılmasına, onun yüce önderlerinin aşağılanmasına karşı çıkıyor, tarihî geçmişimiz önünde saygıyla eğiliyor ve yazılarını ateşe atıyorum.” Faşist iktidar üç ay içerisinde yerleşmiştir. “İyi” ve “kötü” yazarlar belirlenmiş, bazı sanat ve bilim adamları göçe zorlanmış ya da göç etmiş, kalanların bir kısmı hapse atılmış, en kaba haliyle bağırması gereken yerde susarak onurunu koruduğunu sananlarsa zamanla dillerini tümden kaybetmiş, silinip gitmişlerdir tarihten. Şimdi hem bir soluk alalım, hem de kısa bir değerlendirme yapalım. Almanya’da iktidarı ele geçirenler ilkelerinde antidemokratik bir devlete inandıklarından, neredeyse toplumsal refleksin en büyük direnci olan kültürü de kendi çıkarları ve anlayışlarına uydurmak zorundaydılar. Onlara göre güzel sanatlar, tiyatro ve edebiyat özerk unsurlar olarak kabul edilemezler. Bunları devlet mekanizmasıyla bütünleştirmek gerekmektedir. Bunun için ya sanatı satın alır ya da öldürmeye, etkisizleştirmeye yeltenir. Uyguladıkları faşist sistem anıtsal bir eserdir kendilerince. Yani sanat onlar için; ağızlarından düşürmedikleri ve sadece kendi çıkarları için kullanılan bir propaganda aracıdır. Muhalif sesler onlar için can sıkıcı mikroplardır. Tüm faşist sistemlerin sosyal yutturmacasının kilit sözcüklerinden biri “çalışmaktır”. (Meraklısına not: Bir milyondan fazla insanın yakılarak, kurşuna dizilerek, türlü işkencelerle ya da açlıktan öldürüldüğü Auschwitz toplama kampının giriş kapısının üzerine “Arbeit Macht Frei ” (Çalışmak özgürleştirir) yazan onlar değil miydi?) Aslında Naziler “çalışmak” sözcüğüyle, insanın insan tarafından sistemli biçimde sömürülmesine dayanan bir ekonomik düzenin emrindeki, maddesel ve ahlâksal bir bağımlılıktan söz ederler bence. (Meraklısına not; 20 Ekim 1932’de o dönemin ünlü sanayi adamı Fritz Thyssen’in önderliğinde Hitler, Lansberg Şatosu’nda, Ruhr bölgesi sanayicileriyle bir toplantıya katılır. Bu toplantıda Nazi partisinin parasal olarak desteklenmesi kararı alınır. Ardından Kasım 1932’de bir sanayici gurubu (*Mercedes Firması ve Georg von Siemens’in sahibi olduğu Deutsche Bank da bunların arasındadır.) Şansölye Hindenburg’a başvurarak, Hitler’in başkanlığa getirilmesini isterler. Bu görüşmelerin 4 Ocak 1933 günü Köln’de, Baron Kurt von Schreeder’in evinde sonuca bağlandığını biliyoruz. Ünlü oportünist, Hitler’in Türkiye Büyükelçisi Von Papen’in, Hitler ve sanayiciler arasında aracılık yaptığını da… DEVAMI VAR…