A
Admin
Yönetici
Yönetici
Kemal hoca, babamdan küçüktü ama onun çocukluk arkadaşıydı. Onu ilk tanımam, 1975-76 yılları gibidir. Yaz aylarında Keban’a geldiğinde sıcak yaz günlerinin çoğunu babamla birlikte geçirirlerdi. Sanıyorum 1960’ların sonlarında başlayarak gittikçe entelektüel bir niteliğe bürünmüş bu dostluk ilişkisi babamın 1990’da ölümüne değin de sürmüştü. Kemal Özmen, o yıllarda Ankara’da Hacettepe Üniversitesinde öğrenci, babam da küçük bir ilçe olan Keban’da ilkokul öğretmeniydi. Yaz tatillerinde Kemal Hoca her seferinde, elinde kitap dolu bir çantayla bize, bahçemize gelir, bazen de babam benim elimi tutar, biz onların bahçesine giderdik. Konu; kitaplar, yazarlar, şairler olurdu. Keban gibi küçük taşra kasabalarında toplumsal yaşamın önemli yerlerinden biri de kahvehanelerdir ama Kemal Hoca, kahvehane, çay ocağı gibi yerleri pek sevmediğinden, ikisinin buluşma yerleri yukarıda da belirttiğim gibi, ya yeşil ağaçlarıyla Keban bahçeleri, Eski Belediye’nin halka açık Marmara Havuzu bahçesi, Kaleboynu’ndan barajı karşıdan gören küçük bir kahvenin önüne atılmış iki sandalye üstü, Salim Ağa’nın kahvesinin alt bölümünden çıkılan bir toprak damın üzeri, Fırat kıyıları, yeni köprü çevresi, Eski Buğday Meydanı içinde kalan oturma alanı gibi açık alanlardı. Onlara arada sırada Keban’da veteriner olarak görev yapan Bedrettin Aykın, Mersin’den babamın öğretmen Arif Hikmet Şahin gibi dostları da katılırdı… Babamla Kemal Hoca’nın konuşmaları, Türk ve Batı yazınından, kültüre, Keban’ın, Türkiye’nin, dünyanın yakın ve uzak tarihine doğru genişlerdi. Çocukluğumun düş gibi gelen bu insanları şimdi yoklar. Renkli kişilikleriyle, sıradışı söyleşileri, içten anlatımları, öyküleri öyle tazeydi ki, sanırdınız her anlatılan her kişi, yazar, komutan, düşünür, roman kahramanı köşe başından çıkıp da gelecekti. Zamanın unutulmuşluğa yargıladığı şeylerden söz eden Kemal Özmen ve babam Sabit Bayındır’ın aydınlık seslerinde; bir toprağa, bir kente, bir kültüre, bir aileye bağlılık duygusunun ne denli güçlü olduğunu görmenizi isterdim. Kemal Hoca, Fransız yazınına da Türk yazınına da dünya yazınına da çok egemen bir bilgi düzeyindeydi. Türk, Rus, Fransa ve öteki Avrupa yazınları onun sesinde eşsiz bir müzik yapıtı gibi sunulurdu. Hem bu konularda konuşur hem babama sorar, kimi zaman da tatlı yazın tartışmaları olurdu. Babamın, Yılmaz Güney’in ödüllü “Boynu Bükük Öldüler” romanıyla ilgili “sanki bir Balzac romanı okudum” sözleri üzerine Kemal Hoca romanı Ankara’ya dönüşünde okuyup babama uzunca bir mektupla, romandaki tüm betimlemelerin gerçekten de Balzac’ın romanları düzeyinde olduğunu söylediğine ve babama hak verdiğine tanık olmuştum. Yine, babamın ona armağan ettiği ve övgüyle söz ettiği, Fransız yazar Bernardin de Saint-Pierre’in “Milyarder” romanıyla ilgili bir eleştiri mektubunu da iyi anımsıyorum. Babamın önerdiği; Günaha Son Çağrı, İsa Bu Köye Uğramadı gibi kitaplar da Kemal Hoca’nın gençliğinde onda iz bırakmış yapıtlardı. Babamın ölümünden sonra bu kez de Kemal Hoca ile benim bağım güçlenmişti. Yaz aylarında geldiğinde arar, bir gün belirler ve buluşurduk. Birkaç bira açarak, bahçelerinde yaptığımız söyleşilerde konu yine Keban’ın geçmişi, yazın, şiirler, romanlar, kitaplar arada da siyaset olurdu. Onunla yılda yalnızca 1-2 günlük buluşmalarımız bile benim düşünce evrenimde büyük ufuklar açardı. Yıllar önce bir gece Ankara radyolarından birini dinlerken, radyoya bir genç bağlanmış ve tüm yaşamına en büyük etkisi olan insanlardan söz ederken, “Prof. Dr. Kemal Özmen” adını da söyleyivermişti. Genç; sunucuya, heyecanla, “onu tanımanızı, dinlemenizi isterdim, tüm yaşamıma verdiğim yön onun etkisiyle oldu” demiş ve hocaya övgüler yağdırmıştı. Evet; Kemal Hoca da benim de yaşamımı etkileyen bir kişilikti. Aydınlandığı ışıktan yalnız kendisi ve çevresine değil tüm topluma pay dağıtabilmişti. Yalnız iyi bir bilim insanı değil bilgisini okurla, öğrencileriyle, bizlerle paylaşan bir kültür ve yazın insanıydı. Yalnızca yetkin de değil etkin bir insan demek daha doğru olur. Evet, Onat Kutlar’ın dediği gibi “Ondan zamansız ayrılışımız ‘dün’den değil de ‘yarın’dan ayrılış gibi acı ve anlamsız oldu”. Onu hep anımsamaktan başka yapacak bir şey yok… Onun dil ve yazın duyarlığını, tutumunu tüm okur-yazarların örnek alması gerektiğine inanıyorum. Hocamın sıkça dediği gibi “yaşam geride bırakılan bir izdir”, gerçeğe, bilgiye, akla, insana saygıyı hiç elden bırakmadan. André Malraux da “bu haritada bir iz bırakmak gerek” demiş… Evet bir “iz” bırakmak. Bir insandan, bir bilim insanından, bir öğretmenden, bir ağabeyden kalan tam da budur. Öğrencilerinde, arkadaşlarında, sevdiklerinde sürüyor olmak… Ruhu şad olsun…