A
Admin
Yönetici
Yönetici
“İnsanın gerçek anavatanı çocukluğudur” derler. İlerleyen yaşımla geldiğim noktada zaman zaman geçmişe dönük okumalar ve değerlendirmeler yaptığımda, yaşadıklarım arasında kalbime en çok dokunanların 18 yaş ve öncesine ait, Elazığ’da bıraktığım anılarım olduğunu anlıyorum. 1940’lı ve 50’li yıllarda Elazığ’da baba ocağımda geçen çocukluk ve ilk gençlik yıllarımın güzelden de öte o günleri silik bir film gibi gözlerimin önünde canlandıkça yaşlı dünyamı bir duygu seli sarıyor. Bilmiyorum, “Çocukluğum muydu o günleri güzelleştiren yoksa Elazığ mı daha güzeldi eskiden?” Kurban Bayramını idrak ettiğimiz bu günlerde düşüncelerim beni çocukluğumun bayramlarına taşıdı ve o unutulmaz anıların etkisinde bu yazımı kaleme aldım, yani tarihten bir yaprak açtım. O yıllarda Elazığ’da kurban kesmek yoksullarla paylaşmak ve ölenlerin ruhuna bir gönderme olarak algılanırdı. Bizim evde Kurban bayramı çok hareketli geçerdi, telaşesi günler öncesinden başlardı. Çocuklara kıyafetler dikilir, yeni ayakkabılar alınırdı. Muhterem babam sabahın çok erken saatlerinde bayram namazı için gittiği camiden, yanında on beş, yirmi kişilik bir gurupla eve dönerdi. Sofralar hazırlanır, gelenlere bayram yemeği ikram edilirdi. Kurban eti aile içinde bir ziyafete dönüştürülmez, etler, kurban derisi de dâhil hepsi yoksullara dağıtılırdı. Etleri, kapı kapı dolaşıp, yoksul ailelere dağıtmak ise biz çocukların göreviydi. Bayram çocukluğumuzun ta kendisiydi. Elazığ’da bıraktığım yıllarımla ilgili daha neler hatırlamıyor ki! Yakın geçmişte canım evladımla birlikte Güney Afrika’da Cape Town’a gittiğimizde, orada gördüğüm sıralı bağlar anında beni bizimde bağımızın olduğu Sürsürü bağlarına yani çocukluğuma, anavatanıma taşıdı. Dalından kopardığımız salkım salkım dolgun taneli nefis üzümler, bağ bozumu günleri ve ardından fedakâr anacığımın yaptığı dolak dolak orcikler canlandı gözlerimin önünde. Çok duygulandım, yüzüme yayılan tebessümle o bağları sanki Sürsürü bağlarıymış gibi uzun uzun seyre daldım. Öte yandan her sene Haziran ayında İstanbul’da manav tezgâhlarında gördüğüm akdutlar, beni anında Yığıki’deki evimizin bahçesine, dut ağaçlarına ve o ağaçlara tırmanmanın zevkli günlerine taşıyor. Manav tezgâhlarına sıra sıra dizilmiş, 200 gr.lık astronomik fiyatlı paketlerde satılan dutlara takılıp kalıyorum. “Elazığ’da bu dutlar hayvanlara verilirdi, bizim dutlar çekirdeksizdi, damakta unutulmaz bir tat bırakırdı, hasavanlara silkelenen dutlar sinilerle sofralara gelirdi” diye düşüncelere dalıyorum. Unutamadığım o kadar çok şey var ki, uykuya daldığımda, Kesirik’te bir tarafından Şorşor Çayı’nın, bir tarafından da Değirmen suyunun aktığı, envaı çeşit meyvenin yetiştiği yemyeşil bahçemizin sonsuz düşleri içinde buluyorum kendimi. Çocukluğumun yaz ayları bitki, ağaç, çiçek cenneti o bahçede geçti, Yüce Allah kaç çocuğa böyle bir çocukluk ihsan etmiştir, bilmiyorum! En büyük zevkim ağaçlara tırmanmaktı. Tırmandığım o koca koca ağaçların, dalından kopardığım paşa armutlarının, kayısıların, eriklerin ve tüm renklerin dünyasına yolculuklara çıkıyorum. Aklımdan Ceyhun Atuf Kansu’nun şu dizesi geçiyor, “Sen doğadansın, çiçekçedir anadilin”. Şairin dediği gibi, “İnsan yaşadığı yere benzer”. Gerçekten de dizelerde ifade edildiği gibi, insan doğduğu ve yaşadığı yerlere benziyor. Zira insan kişiliği ve karakteri, önce baba, anne, kardeşler olmak üzere aile ocağının, kalıtımın, okul eğitiminin, arkadaşların, kentin sosyal ve fiziksel çevresinin, dinsel, kültürel ve ahlaki değerlerinin ve de ailenin ekonomik durumunun etkisinde şekilleniyor. Bizim nesiller hem Elazığ’ın somut değerleri ile hem de dürüstlük, edep-adap, misafirperverlik, iyilikseverlik, yardımseverlik, insaflı ve merhametli olmak gibi soyut değerleri ile şekillendik, bizim nesiller çocukluğumuzun değerler kenti Elazığ’a benzer!