A
Admin
Yönetici
Yönetici
T.C.
Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu
2020/603 E., 2024/224 K.
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :İş Mahkemesi
SAYISI : 2019/301 E., 2020/14 K.
KARAR : Davanın kabulüne
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 08.10.2019 tarihli ve
2018/4777 Esas, 2019/5885 Karar sayılı BOZMA kararı
Taraflar arasındaki tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararına karşı davalı vekilinin temyiz isteminde bulunması üzerine kesin olan karara ilişkin temyiz başvurusunun reddine dair ek karar verilmiş, davalı vekili tarafından bu kez ek karara karşı temyiz isteminde bulunulması üzerine ek karar, Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince manevi tazminat yönünden onanmasına, maddi tazminat yönünden bozularak ortadan kaldırılmasına karar verilerek bozulmuş, İlk Derece Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekilince temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacı vekili; müvekkilinin davalı işyerinde 24.04.2000 tarihinde geçirdiği iş kazasında sağ bacağının iki yerden kırılması nedeniyle 19 ay boyunca hastanede tedavi gördüğünü, sağ femur (uyluk kemiği) fraktürü (kırığı) nedeniyle bacağında 4,5 cm kısalık ve sağ dizinde hareket kısıtlılığı meydana geldiğini ve %20 oranında malul kaldığını, uzun süre ailesinden ve işinden uzakta acı ve ızdırap içerisinde hastanede kaldığını, iş sözleşmesinin davalı işveren tarafından haksız nedenle feshedildiğini, işsiz kalan müvekkilinin bir çok kez iş başvurusunda bulunduğunu ancak maluliyeti nedeniyle işe alınmadığını ileri sürerek fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla 1.000.000,000 (Eski) TL maddi ve 20.000.000,000 (Eski) TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş; 09.05.2013 tarihli ıslah dilekçesinde ise fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla maddi tazminat talebini 36.000,00 TL’ye yükseltmiştir.
II. CEVAP
Davalı vekili; zamanaşımı süresinin dolduğunu, sekiz yıldır aynı yerde çalışan davacının işinin yurt dışından 500 ilâ 1000 ton arasında gelen kükürt bulunan çuvalları eritme kazanına taşımak olduğunu, çuvallar hazır hâlde geldiğinden içerisindeki malzeme miktarının artırılmasının söz konusu olmadığını, davacının dikkatsizliği nedeniyle kazanın meydana geldiğini, 23.10.1996 tarihinde de aynı dikkatsizliği sebebiyle iş kazası geçirdiğini ve kendisine yazılı ihtarda bulunulduğunu, müvekkili şirketin kazanın meydana gelmesinde kusurlu olmadığını, ayrıca davacının tedavi sürecinde ağır ihmali nedeniyle maluliyete sebebiyet verdiğini, talep edilen manevi tazminat miktarının sebepsiz zenginleşmeye sebep olacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin 08.05.2017 tarihli ve 2003/71 Esas, 2017/107 Karar sayılı kararı ile; davacının davalı işyerindeki sülfonasyon bölümünde 24.04.2000 tarihinde çalışırken caraskal ile bağlı kükürt çuvalını yukarı kaldırıp eritme kazanına taşıdığı esnada çuvalın yırtılarak düşerken sağ bacağına çapması nedeniyle sağ bacağının kırıldığı, Bakırköy 1. İş Mahkemesinin 2013/557 Esas, 2015/254 Karar sayılı kararında 24.04.2000 tarihinde meydana gelen kaza nedeniyle maluliyet oranının %19,2 olduğunun tespitine karar verildiği, 01.08.2004 tarihli bilirkişi raporunda kazanın meydana gelmesinde davacının %20, davalı işverenin %80 oranında kusurlu olduğunun belirtildiği, 10.04.2017 tarihli bilirkişi hesap raporunda ise maddi zararın 77.032,37 TL olduğunun tespit edildiği, ıslah dilekçesiyle talep edilen miktara bağlı kalınarak maddi tazminatın hüküm altına alındığı, ayrıca tarafların sosyal ve ekonomik durumu, olaydaki kusurları, maluliyet oranı dikkate alındığında 20.000,00 TL manevi tazminatın hüküm altına alınması gerektiği gerekçesiyle davanın kabulü ile 36.000,00 TL maddi ve 20.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 08.02.2018 tarihli ve 2017/2886 Esas, 2018/274 Karar sayılı kararı ile; maluliyet oranının ve maddi zararın tespit edildiği tarih itibariyle alacağın zamanaşımına uğramadığı, bilirkişi kusur raporunun denetime elverişli ve dosya kapsamına uygun olduğu, bilirkişi hesap raporuyla maddi zararın tespit edildiği, hüküm altına alınan manevi tazminatın isabetli ve bu nedenle İlk Derece Mahkemesince verilen kararın usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine kesin olarak karar verilmiştir.
V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı davalı vekili temyiz isteminde bulunmuş ise de kesin olan karara ilişkin temyiz başvurusunun reddine dair İlk Derece Mahkemesince 10.04.2018 tarihli ek karar verilmiş, davalı vekili ek karara karşı süresi içinde temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
"...A) Davalı vekilinin İlk Derece Mahkemesi’nin 10/04/2018 tarihli ek kararına yönelik temyiz itirazının incelenmesinde, İlk Derece Mahkemesince davacı lehine 77.032,37 TL maddi tazminat alacağının istemle bağlı 36.000,00 TL’sine karar verildiği ve manevi tazminat yönünden de 20.000,00 TL’ye karar verilmiş olduğu, davalı vekilinin istinaf başvurusu üzerine Bölge Adliye Mahkemesince esastan red kararı verildiği, Bölge Adliye Mahkemesinin karar tarihi itibariyle temyiz sınırının 47.530,00 TL olduğu, 6100 sayılı HMK’nun 362/2.maddesi gereğince alacağın bir kısmının dava edilmiş olması durumunda kesinlik sınırına alacağın tamamına göre belirleneceği açıktır.
O halde dava konusu maddi tazminat istemi yönünden alacağın tamamı olan itibar edilen hesap raporundaki miktar dikkate alındığında maddi tazminata ilişkin kararın temyizi kabil, manevi tazminata yönelik kararın ise kesin nitelikte olduğu anlaşılmakla, İlk Derece Mahkemesinin davalı vekilinin temyiz isteminin reddine dair 10/04/2018 tarihli ek kararının, manevi tazminat yönünden ONANMASINA, maddi tazminat yönünden ise BOZULARAK KALDIRILMASI ve davalı vekilinin Bölge Adliye Mahkemesi’nin 08/02/2018 tarihli kararına karşı maddi tazminat yönünden temyiz itirazlarının incelenmesine karar vermek gerekmiştir.
B) 1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle, kanuni gerektirici nedenlere, temyiz kapsam ve nedenlerine göre, davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.
2- Dava, sigortalının 24/04/2000 tarihinde gerçekleşen iş kazasından sürekli iş göremezliğe uğraması nedeniyle, maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Dosya kapsamındaki kayıt ve belgelerden; davacının davalı şirkete ait iş yerinde kükürtleme bölümünde çalışırken olay günü calaskar ile kükürt çuvalını yukarı kaldırıp eritme kazanına taşıdığı sırada çuvalın yırtılarak sağ bacağı üzerine düşmesi neticesinde sağ bacağının kırıldığı, SSK Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü Tedavi Hizmetleri ve Malüliyet Dairesi Başkanlığı Sürekli İş göremezlik Derecesi tesbit kararında sürekli iş göremezlik oranının 12/01/2001 tarihinden itibaren %29.2 olarak tespit edildiği, Yüksek Sağlık Kurulunun 22/04/2009 tarihli raporunda sürekli iş göremezlik oranının %17 olarak tespit edildiği, Adli Tıp 3. İhtisas Kurulunun 23/05/2011 tarihli raporunda ise sürekli iş göremezlik oranının %19,2 olarak tespit edilerek, SGK raporunda maluliyet oranı %29,2 olarak tespit edilmiş ise de bu rapora göre kalçada tespit edilen hareket kısıtlılığının zamanla ortadan kalktığı bu nedenle maluliyet oranları arasında çekişkinin bulunmadığının bildirildiği, nitekim maluliyet tespiti davası neticesinde maluliyetin %19,2 olarak belirlendiği anlaşılmıştır.
Bilindiği üzere iş kazası sonucu sürekli iş göremezlik nedeniyle uğranılan zararın giderilmesi amacıyla açılan maddi ve manevi tazminat davalarında; zamanaşımı süresi gerek olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 125. maddesi ve gerekse yürürlükteki 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 146. maddesi gereğince haksız fiilin meydana geldiği tarihten itibaren 10 yıldır.
Uyuşmazlık bu tür davalarda uygulanmakta olan 10 yıllık zaman aşımı süresinin hangi tarihte başlatılması gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Uygulama ve öğretide kabul edildiği üzere, zamanaşımı failin ve zararın öğrenildiği tarihten başlatılmalıdır. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açma ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartları öğrenmiş olması demektir. Bedensel zararın gelişim, gösterdiği durumlarda zamanaşımına başlangıç olarak hastalık seyrinin yani gelişimin tamamlandığı tarihin esas alınması gerekir.
Dava konusu olayda, maluliyet oranları arasındaki farkın E cetveline göre sürekli iş göremezlik durumunun değerlendirilmesinden kaynaklandığı, maluliyette değişen ve gelişen bir durumun söz konusu olmadığı, giderek olayla birlikte zararın öğrenildiği ve zamanaşımının başlangıç tarihinin olay tarihi olarak kabulü gerektiği ortadadır.
Hal böyle olunca, ıslaha karşı davalı vekili tarafından süresi içerisinde ileri sürülen zamanaşımı def'inin kabul edilerek, ıslah dilekçesi ile istenilen maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde ıslaha itibar edilmek suretiyle maddi tazminata karar verilmesi hatalı olmuştur.
Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular dikkate alınmaksızın hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve Bölge Adliye Mahkemesi kararının kaldırılmasına, ilk derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar vermek gerekmiştir...." gerekçesiyle karar bozulmuştur.
B. İlk Derece Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; Kurum tarafından maluliyet oranının %29,2 olarak tespit edildiği, itiraz üzerine Yüksek Sağlık Kurulunca verilen kararda maluliyetin %17 olduğunun belirtilmesi üzerine Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulundan alınan 23.05.2011 tarihli raporda maluliyetin %19,2 olduğunun, tedavinin devam ettiğinin, iyileşme süresinin 24.04.2000 tarihinden itibaren dokuz ay uzayabileceğinin ve bu süre içerisinde %100 malul sayılması gerektiğinin, her ne kadar Kurum tarafından maluliyet oranı %29,2 olarak tespit edilmiş ise de kalçada tespit edilen hareket kısıtlılığı zamanla ortadan kalktığı için maluliyet oranları arasında çelişki bulunmadığının belirtildiği, maluliyet oranlarının farklılığı nedeniyle açılan maluliyet oranının tespiti davasında maluliyet oranının %19,2 olduğunun kesinleştiği, Kurum tarafından belirlenen %29,2 maluliyet oranına göre davacıya peşin sermaye değerli gelir bağlandığı, maluliyet oranının tespiti davasında alınan Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 23.05.2011 tarihli raporunda belirlenen maluliyet oranına göre bağlanan gelirin değiştiği, maluliyet oranının tartışmalı olduğu, açılan dava sonucunda oranın kesinleştiği ve davacının ortaya çıkan bu yeni ve kesin olguya dayalı olarak ıslah talebinde bulunduğu gözetildiğinde ıslah ile talep edilen maddi tazminatın zamanaşımına uğradığının kabul edilemeyeceği, zira Hukuk Genel Kurulunun 18.12.2002 tarihli ve 2002/1103 Esas, 2002/1067 Karar sayılı kararının ayrı doğrultuda olduğu, davacının süresinde açtığı eldeki davada tüm yükümlülüklerini yerine getirdiği, maluliyet oranları farklı değerlendirildiğinden maluliyet oranını tespit davası açmak zorunda kaldığı, maluliyet oranını Adli Tıp Kurumu raporu ve kesinleşen tespit davasıyla öğrendiği, ayrıca bilirkişi hesap raporunu beklemeksizin ıslah talebinde bulunduğu, bozma kararına uyulmasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtildiği gibi zamanaşımı kurallarının katı ve şekilci biçimde uygulanması anlamına geleceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
VI.TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Direnme kararına karşı süresi içinde davalı vekilince temyiz isteminde bulunulmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalı vekili; zamanaşımının olay tarihinden itibaren başlaması gerektiğini, ıslah edilen maddi tazminat alacağının zamanaşımına uğradığını, öte yandan davacının meydana gelen kaza nedeniyle maddi zararının bulunmadığını, davacının maluliyet oranının pasif dönem yönünden hesaplanacak düzeyde olmadığını, net ücret dışında yol, yemek ücreti ve ikramiyenin hesaplamaya dâhil edilemeyeceğini, Kurum tarafından davacıya bağlanan gelirinin peşin sermaye değerinin uğranılan zarardan fazla olduğunu, davacının tedavi süresinde ücretini aldığını, tedavi sonrasında da çalışmaya devam ettiğini belirterek direnme kararın bozulmasını talep etmiştir.
C. Uyuşmazlık
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda 24.04.2000 tarihinde meydana gelen iş kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebinde bulunan davacının zararı hangi tarihte öğrendiğinin kabulü gerektiği, buradan varılacak sonuca göre 09.05.2013 tarihli ıslah dilekçesiyle talep edilen maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
D. Gerekçe
1. İlgili Hukuk
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun) 146 ilâ 161 inci maddeleri, Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı Kanun) 125 ilâ 140 ıncı maddeleri.
2. Değerlendirme
1. Öncelikle uyuşmazlıkla ilgili kavram ve yasal düzenlemeler üzerinde durulmalıdır.
2. Hizmet akdi, mülga 818 sayılı Kanun’un 313 üncü maddesinin birinci fıkrasında “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken, 4857 sayılı İş Kanunu’nda (4857 sayılı Kanun) daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi bağımlılık unsuruna da yer verilmiş olup 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun’un 393 üncü maddesinin birinci fıkrasında ise hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır.
3. Bu hâliyle denilebilir ki, hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği, iki taraflı bir sözleşmedir.
4. Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri işyerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için işyerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
5. İş kazasının gerçekleştiği tarihte yürürlükte olan 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesinde; "İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.
İş sahibinin yukarıdaki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi hâlinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı isteyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur." düzenlemesine yer verilmiş, 4857 sayılı Kanun’un "İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri" kenar başlıklı 77 nci maddesinin birinci fıkrasında da benzer bir düzenleme öngörülmüştür. Buna göre, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.
6. Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar kanun koyucu tarafından 30.06.2012 yürürlük tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu (6331 sayılı Kanun) ile doldurulmaya çalışılmıştır. 6331 sayılı Kanun'un 37 nci maddesiyle 4857 sayılı Kanun'un 77 ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir. 6331 sayılı Kanun ile işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amaçlanmıştır.
7. Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun'un 417 nci maddesinde bu doğrultuda hükümlere yer verilmiştir. Bu madde; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
8. Mülga Borçlar Kanunu’nun 332 nci maddesinin karşılığı olarak çağdaş bir yaklaşımla düzenlenen 6098 sayılı Kanun’un 417 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan hüküm ile 4857 sayılı Kanun'un mülga 77/1 inci maddesiyle bütünlük sağlandığı gibi üçüncü fıkrasındaki düzenleme ile de hizmet sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluğun hukuki niteliği konusunda tartışmalar sona erdirilmiş, sözleşmeye aykırılıktan kaynaklanan ölüme ve vücut bütünlüğünün zedelenmesine veya kişilik haklarının ihlâline bağlı zararların tazmininde sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüştür. İşverenin gözetme borcu iş sözleşmesinden kaynaklandığından işçi, iş kazasından doğan vücut bütünlüğünün zedelenmesi nedeniyle açacağı maddi ve manevi tazminat davasında sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerine (6098 sayılı Kanun 112 ve 417) dayanabilecektir. Öte yandan işverenin bu davranışı, kişi varlıklarını doğrudan korumayı amaçlayan (iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin) emredici kuralların kusurlu bir davranışla ihlali niteliğinde olup aynı zamanda haksız fiil oluşturur. Bu nedenle işçilerin iş kazasından kaynaklanan tazminat taleplerinde sözleşmeden doğan ile haksız fiilden doğan dava hakları yarışır. İşçinin ölümü veya vücut bütünlüğünün zedelenmesi hâli sözleşmeye aykırılık doğuracak olmakla birlikte bu durum aynı zamanda bir haksız fiilin unsurunu da oluşturur (Kemal Oğuzman, İş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Zararlardan İşverenin Sorumluluğu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt 34, Sayı 1-4, 1968, s. 339). İşçi zararının tazmini için sözleşmeye aykırılık veya haksız fiil hükümlerine dayanmakta serbesttir.
9. Sonuç itibariyle denilebilir ki, iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması mümkündür.
10. Öte yandan özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmekte olup sonucu alacak hakkına son verme değil onu eksik borç hâline getirme olarak ortaya çıkmaktadır. Zamanaşımına ilişkin düzenlemelerin temelinde iddia edilen alacağın aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen kullanılmaması karşısında borçlunun oldukça uzak geçmişte kalan bir borçtan doğabilecek ihtilaflara karşı korunması, kendi alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kimsenin bu hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılması yatmaktadır.
11. İş kazalarında işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı Kanun’un 146 ilâ 161 inci (818 sayılı Kanun’un 125 ilâ 140) maddelerinde düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
12. Nitekim 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesine göre “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir”. Yine 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesinde benzer bir düzenleme ile, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır. Kanun koyucu hem 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesi hem de 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımı süresine ilişkin ayrı bir düzenleme bulunmadığından 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı (818 sayılı Kanun md.125) maddesine göre on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
13. Türk Borçlar Kanunu’nun 149 uncu maddesi (818 sayılı Kanun md.128 ) uyarınca ise zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Muacceliyet, bir borç ilişkisinde alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka anlatımla söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir.
14. Gelinen bu noktada iş kazasından kaynaklanan tazminat talepleri yönünden zamanaşımının hangi tarih itibariyle başlayacağının belirlenmesi gerekmekte olup bu hususun tespitinde, zarar ve zararın öğrenilme tarihinin önemi açıktır.
15. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açılmasına ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hâl ve şartların öğrenilmiş olması demektir. Zararın öğrenilmesi, zarar verici olayın değil zararın varlığı, niteliği, unsurları ve kapsamının kesin olarak bilinmesi demektir. Zarar verici eylemin sonuçları ve zarar tam olarak ortaya çıkmadıkça zarar görenin zararı öğrendiğinden söz edilemez. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.06.2002 tarihli ve 2002/4-470 Esas, 2002/477 Karar sayılı kararı da aynı yöndedir.
16. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde doğal olarak zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.
17. Bazı hâllerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.
18. Buna karşılık ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık gelişen durum ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 06.11.2002 tarihli ve 2002/4-882 Esas, 2002/874 Karar sayılı kararı).
19. Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 27.05.2021 tarihli ve 159 sayılı kararı ile bedelsel zararlardan kaynaklanan tazminat davalarında zamanaşımı süresinin hangi tarihten itibaren işlemeye başlayacağı konusundaki görüş ayrılıklarının içtihatların birleştirilmesi yolu ile giderilmesine kara verilmiş ise de Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 18.12.2023 tarihli ve 343 sayılı kararı ile farklı olduğu belirtilen kararlarda her somut olayın niteliği ve olaya konu kazaya/zarara ilişkin düzenlenen tıbbi belgelerin özelliklerinin dikkate alınarak zamanaşımı başlangıç süresinin belirlendiği, bu belirlemeler yapılırken de bedensel zararın niteliği, illiyet bağı bulunmak koşuluyla değişim ve gelişim gösterip göstermediği, maluliyetin kesinleşip kesinleşmediği gibi hususların sonuca ulaşmada etkili olduğu, bedensel zararlarda zamanaşımı süresinin başlangıcı noktasında somut olayın niteliği ve zararın özelliğine göre değil de kişinin mahkemeye erişim hakkını kısıtlayacak ve her bir olay için aynı yönde geçerli olacak şekilde soyut ve genel bir kural içeren bir karar alınamayacağı, esasen bu tür uyuşmazlıklarda uyuşmazlığın niteliğine göre zararın baştan belirlenemediği ancak bir incelemeden sonra tam olarak tespiti mümkün olan tazminat taleplerinde etkin hukuki korunmanın sağlaması amacıyla 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesinde düzenlenen belirsiz alacak davasına konu edilmesi ve bu düzenlemenin doğru, etkin ve yerinde uygulanılması durumunda ayrı bir düzenlemeye de gerek duyulmayacağı belirtilerek daha önce verilen 27.05.2021 tarihli ve 159 sayılı kararın kaldırılması ve içtihatları birleştirmeye gerek olmadığı yönünde karar verilmiştir.
20. Somut olayda 24.04.2000 tarihinde geçirdiği iş kazası neticesinde sağ bacağından yaralanan davacının 1.000,00 TL maddi ve 20.000,00 TL manevi tazminat istemiyle 10.01.2003 tarihinde açtığı eldeki davada Sosyal Sigorta Kurumu Teftiş Kurulu Başkanlığının 13.02.2002 tarihli raporu ile olayın iş kazası olduğu yönünden tespit yapıldığı, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından davacının sürekli iş göremezlik derecesinin (E) cetveline göre %29,2 olduğuna, yardıma muhtaç olmadığına ve kontrol gerekmediğine karar verildiği, davalı vekilinin itirazı üzerine Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulunca verilen 22.04.2009 tarihli kararda maluliyet oranının İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesinin 09.03.2009 tarihli sağlık kurulu raporu ve ekinde bulunan ganyometrik ölçüm formuna göre azalma kaydıyla (E) cetveline göre %17 olduğuna, başka birinin sürekli bakımına muhtaç bulunmadığına ve kontrol muayenesi gerekmediğine karar verildiği, karara itiraz edilmesi üzerine 3. Adli Tıp İhtisas Kurulundan alınan 23.05.2011 tarihli raporda davacının (E) cetveline göre belirlenen maluliyet oranının %19,2 sürekli olduğu, tedavisinin devam ettiği, iyileşme süresinin 24.04.2000 tarihinden itibaren dokuz aya kadar uzayabileceği ve bu süre zarfında %100 malul sayılması gerektiğinin belirtildiği, İlk Derece Mahkemesince 26.06.2013 tarihli duruşmada davacı tarafa maluliyet oranını tespiti davası açmak üzere süre verilmesi sonrasında 28.06.2013 tarihinde maluliyet oranının tespiti istemiyle açılan davada Bakırköy 1. İş Mahkemesinin 12.10.2015 tarihli ve 2013/557 Esas, 2015/254 Karar sayılı kararı ile davacının geçirdiği iş kazası nedeniyle maluliyet oranının %19,2 olduğunun tespitine dair verilen kararın temyiz incelemesi sonucunda 09.06.2016 tarihinde Yargıtay tarafından onandığı, ayrıca davacı vekilinin maddi tazminat talebini 09.05.2013 tarihli ıslah dilekçesi ile fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla 36.000,00 TL’ye yükselttiği, davalı vekilinin de ıslah dilekçesine karşı süresinde zamanaşımı def'inde bulunduğu, İlk Derece Mahkemesi tarafından %19,2 maluliyet oranı esas alınarak maddi zararın 77.032,37 TL olduğu tespit edilen 10.04.2017 tarihli bilirkişi hesap raporunun hükme esas alındığı ancak ıslah dilekçesiyle talep edilen miktara bağlı kalınarak 36.000,00 TL maddi tazminata hükmedildiği anlaşılmıştır.
21. Yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgular bir arada değerlendirildiğinde; İlk Derece Mahkemesince davacı tarafa maluliyet oranının tespiti davası açmak üzere süre verilmesi üzerine 28.06.2013 tarihinde açılan davada davacının geçirdiği iş kazası nedeniyle maluliyet oranının %19,2 olduğunun tespitine dair verilen kararın Yargıtay tarafından onanarak kesinleştiği 09.06.2016 tarihinde zararın kapsamı yani zararlandırıcı olayın değil bedensel zararın niteliği ve unsurları öğrenildiğinden ıslah dilekçesi ile talep edilen maddi tazminatın zamanaşımına uğradığından söz etmek mümkün değildir.
22. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında zararın öğrenilmesinin onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamında olduğu, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif bir şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hâl ve şartların öğrenilmesinin, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterli olduğu, davacıda oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranının zaman içinde değişmediği, gelişen ve değişen bir durum bulunmadığı, zira tedavinin 2001 yılında tamamlandığı, bu nedenle davacının zararı kaza tarihinde öğrendiğinin kabulü gerektiği, Özel Daire bozma kararının yerinde olduğu, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği ile 29.05.2019 tarihli ve 2017/8 Esas, 2019/3 Karar sayılı içtihadı birleştirme kararında kısmi davada ıslah ile arttırılan miktarlar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedileceğinin belirtildiği, bu içtihadı birleştirme kararının gerekçesinin yol gösterici olduğu, bu karara göre ıslah ek dava olmayıp dava dilekçesindeki miktarın düzeltilmesi mahiyetinde olduğu, bu nedenle zamanaşımının dava tarihinde ıslah ile arttırılan miktar için de kesildiğinin kabulü gerektiği, direnme kararının bu farklı değişik gerekçe ile doğru olduğu ileri sürülmüş ise de bu görüşler Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
23. Hâl böyle olunca direnme kararı usul ve yasaya uygundur.
24. Ne var ki Özel Dairece davalı vekilinin sair temyiz itirazları incelenmediğinden bu yönde inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
08.05.2024 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.
''K A R Ş I O Y''
Değerli çoğunlukla aramızdaki uyuşmazlık konusu; iş kazası sonucu yaralanan işçi tarafından fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak kaydıyla açılan tazminat davasında, ıslah edilen kısım bakımından zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine ilişkindir.
Dava açılmasının sonuçlarından en önemlisi; dava açılmasıyla birlikte zamanaşımının kesilmesidir (TBK md. 154/I-b. 2, TMK md. 714, 777/3). Kısmi veya belirsiz alacak şeklinde açılan bir davada; davacının gerçekte, biri fazlaya ilişkin hakkı saklı tutularak istediği bir miktar alacak, diğeri asıl alacak miktarının tespit edilmesi olmak üzere iki istemi söz konusudur. Dolayısıyla, bir davanın açılması ile birlikte bu istemlerin tümü açısından zamanaşımı kesilmiş olmaktadır.
Bununla birlikte; uyuşmazlığın ıslah hukuki müessesesi ile doğrudan ilgili olması nedeniyle, Yargıtayın ıslahla ilgili uygulamalarına göre, alacağın ıslah edilen kısmı bakımından zamanaşımı sorununun geçmişte ne şekilde çözülmeye çalışıldığına, uygulamanın hangi aşamalardan geçtiğine değinmekte yarar vardır.
Bilindiği üzere, yürürlükten kaldırılan 1086 sayılı HUMK’ un 87 nci maddesinde; “... Müddei ıslah suretiyle müddeabihi tezyit edemez” hükmü yer almaktaydı. Bu yasaklama nedeniyle fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmak kaydıyla açılan davanın yargılaması sırasında davacının tazminat veya alacak tutarının belirlenmesi hâlinde ancak ek dava açılmak suretiyle alacağın fazla olan kısmı istenebilmekteydi. Böyle bir durumda, doğal olarak ek dava ile talep edilen kısmın zamanaşımına uğraması ve zamanaşımı def’i ile karşılaşılması hâlinde, ek davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmekteydi. Bu düzenleme Anayasa Mahkemesinin 20.07.1999 tarihli ve 1999/1 Esas, 1999/33 Karar sayılı kararıyla iptal edilmişti. İptalden sonra ek dava yerine kısmi ıslah suretiyle müddeabih artırılarak uygulamaya devam edildi. Ne var ki ıslah ile arttırılan kısım bakımından sanki ortada bir ek dava varmış gibi zamanaşımı yönünden de iptal öncesi eski uygulamaya devam edilmiştir. Diğer bir anlatımla, “maddi tazminat isteğinin ıslah yolu ile artırılması yeni bir dava niteliğinde” olduğu kabul edilerek bu kez zamanaşımına ilişkin süreler yönünden ıslah tarihi esas alınmıştır (Örneğin; Yargıtay 4. H.D.’nin 09/10/2008 tarihli ve 2008/1009 Esas, 2008/11376 Karar; 14/12/2009 tarihli ve 2009/2469 Esas, 2009/14096 Karar; 07/03/2011 tarihli ve 2010/3617 Esas, 2011/2427 Karar sayılı kararları).
Yargıtayca önceki uygulamaya devam edilmekle birlikte; bir süre, önceki uygulamalardan vazgeçildiği, alacağın ıslah ile arttırılması işleminin yeni bir dava niteliğinde olmadığı görüşü doğrultusunda, ıslah edilen kısım bakımından da asıl dava tarihi itibariyle zamanaşımının kesildiği kabul edilerek zamanaşımı savunmalarının (zamanaşımı def’ileri) ret edilmesi gerektiği yönünde kararlar verilmiştir (Örneğin; yine, Yargıtay 4. H.D.’nin 16/12/2014 tarihli ve 2014/5780 Esas, 2014/17282 Karar; 13.05.2015 tarihli ve 2014/8157 Esas, 2015/6129 Karar sayılı kararları). Ancak, hemen belirtmek gerekir ki daha sonra, “alacağın ıslah ile arttırılması işleminin yeni bir dava niteliğinde” olmadığına ilişkin görüşten vazgeçilip tekrar eski uygulamaya dönülerek alacağın ıslahla artırılan kısmı açısından zamanaşımının işlediği benimsemiştir (Örneğin; Yargıtay 4. H.D. 13/06/2016 tarihli ve 2016/3774 Esas, 2016/7793 Karar; 14/06/2016 tarihli ve 2015/11319 Esas, 2016/7830 Karar. sayılı kararları).
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu uygulamasına gelindiğinde; bir çok kararda tam ıslah için ilk dava açılmakla alacağın tamamı için zamanaşımının kesildiği kabul edilirken aynı kararda kısmi ıslah bakımından zamanaşımının işlemeye devam edeceği belirtilmiştir (Örneğin, 16.03.2016 tarihli ve 2014/4-896 Esas, 2016/332 Karar sayılı kararı).
Görüldüğü üzere; ıslahla alacağın miktarının artırılmasına ilişkin konularda, Yargıtayca farklı uygulamalara gidildiği anlaşılmaktadır.
Islah ile ilgili uygulamalardan kısaca söz ettikten sonra, bu konuya ışık tutacağına ve uygulamaya yeni bir bakış açısı getirip yeni bir yön vereceğine inandığımız, 24.05.2019 tarihli ve 2017/8 Esas, 2019/3 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına (YİBK) değinmekte yarar vardır. Davacının, dava dilekçesinde faiz talep etmekle birlikte, ıslah dilekçesinde faiz istememesi nedeniyle ıslah edilen kısım için de faize hükmedilip hükmedilemeyeceği içtihadı birleştirmeye konu olmuş; sonuçta, “... Bir miktar para alacağının faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesinin talep edildiği kısmî davada, dava konusu miktarın kısmî ıslahla faiz talebi belirtilmeksizin arttırılması hâlinde, arttırılan miktar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedilecektir.” şeklinde içtihatların birleştirilmesine karar verilmiştir. Faizle ilgili olan bu karar, zamanaşımı konusuyla doğrudan ilgili değilse de içtihadı birleştirme kararları; konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı, kararda belirtilen gerekçeleriyle yol gösterici nitelik taşırlar.
Bu YİBK’nda açıkça; ıslahın yeni bir dava olmadığı, dava dilekçesinde bir miktar para alacağının faiziyle birlikte istenmesi hâlinde, ıslah dilekçesinde faize yer verilmemiş olsa bile ıslahla artırılan alacak miktarı yönünde de faize hükmedileceği kararlaştırılmıştır.
Diğer yandan, ıslah edilen kısım bakımından zamanaşımı meselesi Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru konusu olmuş Mahkeme kararlarında istikrarlı bir şekilde; “... Yukarıda yer verilen tespitler ışığında başvuruya konu olay değerlendirildiğinde başvurucunun ıslaha konu dava değerinin artırılan kısmı yönünden davanın zamanaşımından reddedilmesine ilişkin uygulamanın başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklediği, başvurucunun katlanmak zorunda kaldığı külfetin hedeflenen meşru amaçla karşılaştırıldığında orantısız olduğu, dolayısıyla müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
... Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir” şeklinde kararlar vermiştir (12.07.2023 tarih, 2019/37411 Bir. Başvuru ve 23.3.2023 tarih, 2019/430 Bir. Başvuru).
Anayasa Mahkemesi yine 27.11.2019 tarih, 2016/9312 Bir. Başvuru kararında da açıkça; “... Somut olayda destekten yoksun kalma tazminatının ıslahla artırılan kısmının dava zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesinin başvurucunun mahkemeye erişim hakkına yönelik bir müdahale teşkil ettiği açıktır.” demek suretiyle hak ihlali kararı vermiştir.
Bu konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) de taşınmış, Mahkeme, özetle; ek dava yoluyla ilk talebini arttırma hakkının olayın koşulları altında etkisiz bırakıldığını ve davacının bütün zararı bakımından tazminat talep edemediğini belirterek Sözleşmenin 6/1 inci maddesi gereği mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Doğu/TÜRKİYE B....v. no:16312/10, 27.2021trh.).
Adalete erişim hakkı en temel haklardandır. Temel hak ve hürriyetler ancak yasayla kısıtlanabilir.
Fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak süresinde dava konusu edilen ve yargılamanın devamında alacak miktarının ıslahla artırılan kısmı için zamanaşımının geçtiğine yönelik bir yasal düzenleme de yoktur. TBK 154/2 maddesi gereği dava açılmakla zamanaşımının kesileceği hüküm altına alınmıştır. Yukarıda bahsedilen İçtihadı Birleştirme Kararında da alacak miktarının artırılmasıyla ilgili kısmi ıslahın yeni bir dava olmadığı açıkça belirtilmiş olmasına göre artık ıslahla artırılan alacak miktarı için dava açılmakla birlikte zamanaşımının kesilmediğinden bahsedilemez.
Ayrıca ıslahın; “... Tarafların yaptıkları usul işlemlerinde düşebilecekleri yanlışlıkları düzeltmeye, bırakabilecekleri eksiklikleri tamamlamaya ve böylece adaletli karar verebilmesini sağlamaya yönelik bir yol” (Prof. Dr. Ejder Yılmaz, Islah, genişletilmiş 5. baskı, s. 48). olduğunu da unutmamak gerekir.
Yukarıda yapılan açıklamalar, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları, ilgili mevzuat, ıslahın tanımına ilişkin akademik görüş hep birlikte değerlendirildiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşmak mümkündür.
1. Başlangıçta ıslah ile dava konusunun (müddeabihin) artırılması mümkün değilken, Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile mümkün hâle gelmiştir.
2. Islah, yeni veya ek bir dava değil usulü bir hatanın düzeltilmesi veya eksikliğin tamamlanmasıdır.
3. Islah ile arttırılan kısmın bir ek dava olmadığı YİBK ile kabul edilmiştir.
4. Islah edilen kısım bakımından zamanaşımının devam edeceğine ilişkin yasal bir düzenleme yoktur.
5. Tam ıslah yapılması hâlinde, yeni davanın zamanaşımına uğramayacağı kabul edilmişken kısmi ıslahta zamanaşımının kabul edilmesi izahı güç, çelişkili bir durumdur.
6. Islah edilen kısma ilişkin talebin zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle reddedilmesi başta, Anayasanın 36 ncı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/1 inci maddesinde belirtilen hak arama hürriyetini engellemekte, sonuçta hak ihlalleri doğmaktadır. Uygulamanın bu şekilde devam etmesi hâlinde de yeni hak ihlallerinin doğması kaçınılmaz olacaktır.
Yukarıda açıklanan sebeplerle; kısmi ıslahın, ıslah edilen miktar bakımından yeni bir dava olmadığı dikkate alınarak asıl davanın açılmasıyla zamanaşımının tüm alacak (tazminat) bakımından kesildiğinin kabul edilmesi gerekir. Bu değişik gerekçeyle kararın onanması düşüncesinde olduğumuzdan, sayın çoğunluğun farklı gerekçeyle onama görüşüne katılmıyoruz.
Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu
2020/603 E., 2024/224 K.
"İçtihat Metni"
MAHKEMESİ :İş Mahkemesi
SAYISI : 2019/301 E., 2020/14 K.
KARAR : Davanın kabulüne
ÖZEL DAİRE KARARI : Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin 08.10.2019 tarihli ve
2018/4777 Esas, 2019/5885 Karar sayılı BOZMA kararı
Taraflar arasındaki tazminat davasından dolayı yapılan yargılama sonunda İlk Derece Mahkemesince davanın kabulüne karar verilmiştir.
Kararın davalı vekili tarafından istinaf edilmesi üzerine Bölge Adliye Mahkemesince istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
Bölge Adliye Mahkemesi kararına karşı davalı vekilinin temyiz isteminde bulunması üzerine kesin olan karara ilişkin temyiz başvurusunun reddine dair ek karar verilmiş, davalı vekili tarafından bu kez ek karara karşı temyiz isteminde bulunulması üzerine ek karar, Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesince manevi tazminat yönünden onanmasına, maddi tazminat yönünden bozularak ortadan kaldırılmasına karar verilerek bozulmuş, İlk Derece Mahkemesi tarafından Özel Daire bozma kararına karşı direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekilince temyiz edilmekle; kesinlik, süre, temyiz şartı ve diğer usul eksiklikleri yönünden yapılan inceleme sonucunda, temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra Tetkik Hâkimi tarafından hazırlanan gündem ve dosyadaki belgeler incelenip gereği düşünüldü:
I. DAVA
Davacı vekili; müvekkilinin davalı işyerinde 24.04.2000 tarihinde geçirdiği iş kazasında sağ bacağının iki yerden kırılması nedeniyle 19 ay boyunca hastanede tedavi gördüğünü, sağ femur (uyluk kemiği) fraktürü (kırığı) nedeniyle bacağında 4,5 cm kısalık ve sağ dizinde hareket kısıtlılığı meydana geldiğini ve %20 oranında malul kaldığını, uzun süre ailesinden ve işinden uzakta acı ve ızdırap içerisinde hastanede kaldığını, iş sözleşmesinin davalı işveren tarafından haksız nedenle feshedildiğini, işsiz kalan müvekkilinin bir çok kez iş başvurusunda bulunduğunu ancak maluliyeti nedeniyle işe alınmadığını ileri sürerek fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla 1.000.000,000 (Eski) TL maddi ve 20.000.000,000 (Eski) TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek faizi ile davalıdan tahsiline karar verilmesini talep etmiş; 09.05.2013 tarihli ıslah dilekçesinde ise fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla maddi tazminat talebini 36.000,00 TL’ye yükseltmiştir.
II. CEVAP
Davalı vekili; zamanaşımı süresinin dolduğunu, sekiz yıldır aynı yerde çalışan davacının işinin yurt dışından 500 ilâ 1000 ton arasında gelen kükürt bulunan çuvalları eritme kazanına taşımak olduğunu, çuvallar hazır hâlde geldiğinden içerisindeki malzeme miktarının artırılmasının söz konusu olmadığını, davacının dikkatsizliği nedeniyle kazanın meydana geldiğini, 23.10.1996 tarihinde de aynı dikkatsizliği sebebiyle iş kazası geçirdiğini ve kendisine yazılı ihtarda bulunulduğunu, müvekkili şirketin kazanın meydana gelmesinde kusurlu olmadığını, ayrıca davacının tedavi sürecinde ağır ihmali nedeniyle maluliyete sebebiyet verdiğini, talep edilen manevi tazminat miktarının sebepsiz zenginleşmeye sebep olacağını belirterek davanın reddini savunmuştur.
III. İLK DERECE MAHKEMESİ KARARI
İlk Derece Mahkemesinin 08.05.2017 tarihli ve 2003/71 Esas, 2017/107 Karar sayılı kararı ile; davacının davalı işyerindeki sülfonasyon bölümünde 24.04.2000 tarihinde çalışırken caraskal ile bağlı kükürt çuvalını yukarı kaldırıp eritme kazanına taşıdığı esnada çuvalın yırtılarak düşerken sağ bacağına çapması nedeniyle sağ bacağının kırıldığı, Bakırköy 1. İş Mahkemesinin 2013/557 Esas, 2015/254 Karar sayılı kararında 24.04.2000 tarihinde meydana gelen kaza nedeniyle maluliyet oranının %19,2 olduğunun tespitine karar verildiği, 01.08.2004 tarihli bilirkişi raporunda kazanın meydana gelmesinde davacının %20, davalı işverenin %80 oranında kusurlu olduğunun belirtildiği, 10.04.2017 tarihli bilirkişi hesap raporunda ise maddi zararın 77.032,37 TL olduğunun tespit edildiği, ıslah dilekçesiyle talep edilen miktara bağlı kalınarak maddi tazminatın hüküm altına alındığı, ayrıca tarafların sosyal ve ekonomik durumu, olaydaki kusurları, maluliyet oranı dikkate alındığında 20.000,00 TL manevi tazminatın hüküm altına alınması gerektiği gerekçesiyle davanın kabulü ile 36.000,00 TL maddi ve 20.000,00 TL manevi tazminatın kaza tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte davalıdan tahsiline karar verilmiştir.
IV. İSTİNAF
A. İstinaf Yoluna Başvuranlar
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı süresi içinde davalı vekili istinaf başvurusunda bulunmuştur.
B. Gerekçe ve Sonuç
Bölge Adliye Mahkemesinin 08.02.2018 tarihli ve 2017/2886 Esas, 2018/274 Karar sayılı kararı ile; maluliyet oranının ve maddi zararın tespit edildiği tarih itibariyle alacağın zamanaşımına uğramadığı, bilirkişi kusur raporunun denetime elverişli ve dosya kapsamına uygun olduğu, bilirkişi hesap raporuyla maddi zararın tespit edildiği, hüküm altına alınan manevi tazminatın isabetli ve bu nedenle İlk Derece Mahkemesince verilen kararın usul ve yasaya uygun olduğu gerekçesiyle davalı vekilinin istinaf başvurusunun esastan reddine kesin olarak karar verilmiştir.
V. BOZMA VE BOZMADAN SONRAKİ YARGILAMA SÜRECİ
A. Bozma Kararı
1. Bölge Adliye Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararına karşı davalı vekili temyiz isteminde bulunmuş ise de kesin olan karara ilişkin temyiz başvurusunun reddine dair İlk Derece Mahkemesince 10.04.2018 tarihli ek karar verilmiş, davalı vekili ek karara karşı süresi içinde temyiz isteminde bulunmuştur.
2. Yargıtay (Kapatılan) 21. Hukuk Dairesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile;
"...A) Davalı vekilinin İlk Derece Mahkemesi’nin 10/04/2018 tarihli ek kararına yönelik temyiz itirazının incelenmesinde, İlk Derece Mahkemesince davacı lehine 77.032,37 TL maddi tazminat alacağının istemle bağlı 36.000,00 TL’sine karar verildiği ve manevi tazminat yönünden de 20.000,00 TL’ye karar verilmiş olduğu, davalı vekilinin istinaf başvurusu üzerine Bölge Adliye Mahkemesince esastan red kararı verildiği, Bölge Adliye Mahkemesinin karar tarihi itibariyle temyiz sınırının 47.530,00 TL olduğu, 6100 sayılı HMK’nun 362/2.maddesi gereğince alacağın bir kısmının dava edilmiş olması durumunda kesinlik sınırına alacağın tamamına göre belirleneceği açıktır.
O halde dava konusu maddi tazminat istemi yönünden alacağın tamamı olan itibar edilen hesap raporundaki miktar dikkate alındığında maddi tazminata ilişkin kararın temyizi kabil, manevi tazminata yönelik kararın ise kesin nitelikte olduğu anlaşılmakla, İlk Derece Mahkemesinin davalı vekilinin temyiz isteminin reddine dair 10/04/2018 tarihli ek kararının, manevi tazminat yönünden ONANMASINA, maddi tazminat yönünden ise BOZULARAK KALDIRILMASI ve davalı vekilinin Bölge Adliye Mahkemesi’nin 08/02/2018 tarihli kararına karşı maddi tazminat yönünden temyiz itirazlarının incelenmesine karar vermek gerekmiştir.
B) 1- Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle, kanuni gerektirici nedenlere, temyiz kapsam ve nedenlerine göre, davalı vekilinin aşağıdaki bendin kapsamı dışında temyiz itirazlarının reddine karar vermek gerekmiştir.
2- Dava, sigortalının 24/04/2000 tarihinde gerçekleşen iş kazasından sürekli iş göremezliğe uğraması nedeniyle, maddi ve manevi zararlarının giderilmesi istemine ilişkindir.
Dosya kapsamındaki kayıt ve belgelerden; davacının davalı şirkete ait iş yerinde kükürtleme bölümünde çalışırken olay günü calaskar ile kükürt çuvalını yukarı kaldırıp eritme kazanına taşıdığı sırada çuvalın yırtılarak sağ bacağı üzerine düşmesi neticesinde sağ bacağının kırıldığı, SSK Sağlık İşleri Genel Müdürlüğü Tedavi Hizmetleri ve Malüliyet Dairesi Başkanlığı Sürekli İş göremezlik Derecesi tesbit kararında sürekli iş göremezlik oranının 12/01/2001 tarihinden itibaren %29.2 olarak tespit edildiği, Yüksek Sağlık Kurulunun 22/04/2009 tarihli raporunda sürekli iş göremezlik oranının %17 olarak tespit edildiği, Adli Tıp 3. İhtisas Kurulunun 23/05/2011 tarihli raporunda ise sürekli iş göremezlik oranının %19,2 olarak tespit edilerek, SGK raporunda maluliyet oranı %29,2 olarak tespit edilmiş ise de bu rapora göre kalçada tespit edilen hareket kısıtlılığının zamanla ortadan kalktığı bu nedenle maluliyet oranları arasında çekişkinin bulunmadığının bildirildiği, nitekim maluliyet tespiti davası neticesinde maluliyetin %19,2 olarak belirlendiği anlaşılmıştır.
Bilindiği üzere iş kazası sonucu sürekli iş göremezlik nedeniyle uğranılan zararın giderilmesi amacıyla açılan maddi ve manevi tazminat davalarında; zamanaşımı süresi gerek olay tarihinde yürürlükte bulunan 818 sayılı Borçlar Kanunu'nun 125. maddesi ve gerekse yürürlükteki 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunun 146. maddesi gereğince haksız fiilin meydana geldiği tarihten itibaren 10 yıldır.
Uyuşmazlık bu tür davalarda uygulanmakta olan 10 yıllık zaman aşımı süresinin hangi tarihte başlatılması gerektiği noktasında toplanmaktadır.
Uygulama ve öğretide kabul edildiği üzere, zamanaşımı failin ve zararın öğrenildiği tarihten başlatılmalıdır. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açma ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hal ve şartları öğrenmiş olması demektir. Bedensel zararın gelişim, gösterdiği durumlarda zamanaşımına başlangıç olarak hastalık seyrinin yani gelişimin tamamlandığı tarihin esas alınması gerekir.
Dava konusu olayda, maluliyet oranları arasındaki farkın E cetveline göre sürekli iş göremezlik durumunun değerlendirilmesinden kaynaklandığı, maluliyette değişen ve gelişen bir durumun söz konusu olmadığı, giderek olayla birlikte zararın öğrenildiği ve zamanaşımının başlangıç tarihinin olay tarihi olarak kabulü gerektiği ortadadır.
Hal böyle olunca, ıslaha karşı davalı vekili tarafından süresi içerisinde ileri sürülen zamanaşımı def'inin kabul edilerek, ıslah dilekçesi ile istenilen maddi tazminat talebinin reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde ıslaha itibar edilmek suretiyle maddi tazminata karar verilmesi hatalı olmuştur.
Mahkemece bu maddi ve hukuki olgular dikkate alınmaksızın hüküm kurulması usul ve yasaya aykırı olup, bozma nedenidir.
O halde, davalı vekilinin bu yönleri amaçlayan temyiz itirazları kabul edilmeli ve Bölge Adliye Mahkemesi kararının kaldırılmasına, ilk derece Mahkemesi kararının bozulmasına karar vermek gerekmiştir...." gerekçesiyle karar bozulmuştur.
B. İlk Derece Mahkemesince Verilen Direnme Kararı
İlk Derece Mahkemesinin yukarıda tarih ve sayısı belirtilen kararı ile; Kurum tarafından maluliyet oranının %29,2 olarak tespit edildiği, itiraz üzerine Yüksek Sağlık Kurulunca verilen kararda maluliyetin %17 olduğunun belirtilmesi üzerine Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulundan alınan 23.05.2011 tarihli raporda maluliyetin %19,2 olduğunun, tedavinin devam ettiğinin, iyileşme süresinin 24.04.2000 tarihinden itibaren dokuz ay uzayabileceğinin ve bu süre içerisinde %100 malul sayılması gerektiğinin, her ne kadar Kurum tarafından maluliyet oranı %29,2 olarak tespit edilmiş ise de kalçada tespit edilen hareket kısıtlılığı zamanla ortadan kalktığı için maluliyet oranları arasında çelişki bulunmadığının belirtildiği, maluliyet oranlarının farklılığı nedeniyle açılan maluliyet oranının tespiti davasında maluliyet oranının %19,2 olduğunun kesinleştiği, Kurum tarafından belirlenen %29,2 maluliyet oranına göre davacıya peşin sermaye değerli gelir bağlandığı, maluliyet oranının tespiti davasında alınan Adli Tıp Kurumu 3. İhtisas Kurulunun 23.05.2011 tarihli raporunda belirlenen maluliyet oranına göre bağlanan gelirin değiştiği, maluliyet oranının tartışmalı olduğu, açılan dava sonucunda oranın kesinleştiği ve davacının ortaya çıkan bu yeni ve kesin olguya dayalı olarak ıslah talebinde bulunduğu gözetildiğinde ıslah ile talep edilen maddi tazminatın zamanaşımına uğradığının kabul edilemeyeceği, zira Hukuk Genel Kurulunun 18.12.2002 tarihli ve 2002/1103 Esas, 2002/1067 Karar sayılı kararının ayrı doğrultuda olduğu, davacının süresinde açtığı eldeki davada tüm yükümlülüklerini yerine getirdiği, maluliyet oranları farklı değerlendirildiğinden maluliyet oranını tespit davası açmak zorunda kaldığı, maluliyet oranını Adli Tıp Kurumu raporu ve kesinleşen tespit davasıyla öğrendiği, ayrıca bilirkişi hesap raporunu beklemeksizin ıslah talebinde bulunduğu, bozma kararına uyulmasının Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesi kararlarında belirtildiği gibi zamanaşımı kurallarının katı ve şekilci biçimde uygulanması anlamına geleceği gerekçesiyle direnme kararı verilmiştir.
VI.TEMYİZ
A. Temyiz Yoluna Başvuranlar
Direnme kararına karşı süresi içinde davalı vekilince temyiz isteminde bulunulmuştur.
B. Temyiz Sebepleri
Davalı vekili; zamanaşımının olay tarihinden itibaren başlaması gerektiğini, ıslah edilen maddi tazminat alacağının zamanaşımına uğradığını, öte yandan davacının meydana gelen kaza nedeniyle maddi zararının bulunmadığını, davacının maluliyet oranının pasif dönem yönünden hesaplanacak düzeyde olmadığını, net ücret dışında yol, yemek ücreti ve ikramiyenin hesaplamaya dâhil edilemeyeceğini, Kurum tarafından davacıya bağlanan gelirinin peşin sermaye değerinin uğranılan zarardan fazla olduğunu, davacının tedavi süresinde ücretini aldığını, tedavi sonrasında da çalışmaya devam ettiğini belirterek direnme kararın bozulmasını talep etmiştir.
C. Uyuşmazlık
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda 24.04.2000 tarihinde meydana gelen iş kazası nedeniyle maddi ve manevi tazminat talebinde bulunan davacının zararı hangi tarihte öğrendiğinin kabulü gerektiği, buradan varılacak sonuca göre 09.05.2013 tarihli ıslah dilekçesiyle talep edilen maddi tazminat yönünden zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmediği noktasında toplanmaktadır.
D. Gerekçe
1. İlgili Hukuk
6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun (6098 sayılı Kanun) 146 ilâ 161 inci maddeleri, Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (818 sayılı Kanun) 125 ilâ 140 ıncı maddeleri.
2. Değerlendirme
1. Öncelikle uyuşmazlıkla ilgili kavram ve yasal düzenlemeler üzerinde durulmalıdır.
2. Hizmet akdi, mülga 818 sayılı Kanun’un 313 üncü maddesinin birinci fıkrasında “Hizmet akdi, bir mukaveledir ki onunla işçi, muayyen veya gayri muayyen bir zamanda hizmet görmeyi ve iş sahibi dahi ona bir ücret vermeği taahhüt eder.” şeklinde tanımlanmıştır. Bu tanımda sadece hizmet ve ücret unsurları belirgin iken, 4857 sayılı İş Kanunu’nda (4857 sayılı Kanun) daha önce Anayasa Mahkemesi ve öğretinin de kabul ettiği gibi bağımlılık unsuruna da yer verilmiş olup 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun’un 393 üncü maddesinin birinci fıkrasında ise hizmet sözleşmesi “işçinin işverene bağımlı olarak belirli veya belirli olmayan süreyle işgörmeyi, işverenin de ona zamana ve yapılan işe göre ücret ödemeyi üstlendiği sözleşme” olarak tanımlanmıştır.
3. Bu hâliyle denilebilir ki, hizmet sözleşmesi bir yanda işçinin iş görme borcunu, öte yanda işverenin ücret ödeme borcunu ihtiva eden, taraflardan her birinin öteki tarafın edimine karşı borç yüklendiği, iki taraflı bir sözleşmedir.
4. Hizmet sözleşmesinden kaynaklanan iş ilişkisi işçi yönünden işverene içten bağlılık (sadakat borcu), işveren yönünden işçiyi korumak ve gözetmek borcu şeklinde ortaya çıkar. Gerçekten işçi, işverenin işi ve işyeri ile ilgili çıkarlarını korumak, çıkarlarına zarar verebilecek davranışlardan kaçınmak, buna karşı işveren de işçinin kişiliğine saygı göstermek, işçiyi korumak, işyeri tehlikelerinden zarar görmemesi için iş sağlığı ve güvenliği önlemlerini almak, işçinin özlük hakları ve diğer maddi çıkarlarının gerektirdiği uygun bildirimlerde ve davranışlarda bulunmak, işçinin çıkarına aykırı davranışlardan kaçınmakla yükümlüdür. İşveren gözetme borcu gereği çalıştırdığı işçileri işyerinde meydana gelen tehlikelerden korumak, onların yaşam, bedensel ve ruhsal sağlık bütünlüklerini korumak için işyerinde teknik ve tıbbi önlemler dâhil olmak üzere bilimsel ve teknolojik gelişmelerin gerekli kıldığı tüm önlemleri almak zorundadır.
5. İş kazasının gerçekleştiği tarihte yürürlükte olan 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesinde; "İş sahibi, aktin özel hâlleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenebileceği derecede çalışmak dolayısıyla maruz kaldığı tehlikelere karşı icap eden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile işçi ile birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.
İş sahibinin yukarıdaki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi hâlinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı isteyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur." düzenlemesine yer verilmiş, 4857 sayılı Kanun’un "İşverenlerin ve işçilerin yükümlülükleri" kenar başlıklı 77 nci maddesinin birinci fıkrasında da benzer bir düzenleme öngörülmüştür. Buna göre, işverenler işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak, işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdürler.
6. Mevzuatta bulunan bir kısım boşluklar kanun koyucu tarafından 30.06.2012 yürürlük tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu (6331 sayılı Kanun) ile doldurulmaya çalışılmıştır. 6331 sayılı Kanun'un 37 nci maddesiyle 4857 sayılı Kanun'un 77 ve devamı bir kısım maddeler yürürlükten kaldırılarak iş sağlığı ve güvenliği konusunda yeni düzenlemeler getirilmiştir. 6331 sayılı Kanun ile işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlemesi amaçlanmıştır.
7. Bunun yanında 6331 sayılı Kanun’a paralel olarak 818 sayılı Kanun’un 332 nci maddesi gelişen teknoloji ve diğer veriler gözetilerek revize edilmiş ve 01.07.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 sayılı Kanun'un 417 nci maddesinde bu doğrultuda hükümlere yer verilmiştir. Bu madde; “İşveren, hizmet ilişkisinde işçinin kişiliğini korumak ve saygı göstermek ve işyerinde dürüstlük ilkelerine uygun bir düzeni sağlamakla, özellikle işçilerin psikolojik ve cinsel tacize uğramamaları ve bu tür tacizlere uğramış olanların daha fazla zarar görmemeleri için gerekli önlemleri almakla yükümlüdür.
İşveren, işyerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması için gerekli her türlü önlemi almak, araç ve gereçleri noksansız bulundurmak; işçiler de iş sağlığı ve güvenliği konusunda alınan her türlü önleme uymakla yükümlüdür.
İşverenin yukarıdaki hükümler dâhil, kanuna ve sözleşmeye aykırı davranışı nedeniyle işçinin ölümü, vücut bütünlüğünün zedelenmesi veya kişilik haklarının ihlaline bağlı zararların tazmini, sözleşmeye aykırılıktan doğan sorumluluk hükümlerine tabidir.” şeklinde düzenlenmiştir.
8. Mülga Borçlar Kanunu’nun 332 nci maddesinin karşılığı olarak çağdaş bir yaklaşımla düzenlenen 6098 sayılı Kanun’un 417 nci maddesinin ikinci fıkrasında yer alan hüküm ile 4857 sayılı Kanun'un mülga 77/1 inci maddesiyle bütünlük sağlandığı gibi üçüncü fıkrasındaki düzenleme ile de hizmet sözleşmesinden kaynaklanan sorumluluğun hukuki niteliği konusunda tartışmalar sona erdirilmiş, sözleşmeye aykırılıktan kaynaklanan ölüme ve vücut bütünlüğünün zedelenmesine veya kişilik haklarının ihlâline bağlı zararların tazmininde sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerinin uygulanacağı öngörülmüştür. İşverenin gözetme borcu iş sözleşmesinden kaynaklandığından işçi, iş kazasından doğan vücut bütünlüğünün zedelenmesi nedeniyle açacağı maddi ve manevi tazminat davasında sözleşmeden doğan sorumluluk hükümlerine (6098 sayılı Kanun 112 ve 417) dayanabilecektir. Öte yandan işverenin bu davranışı, kişi varlıklarını doğrudan korumayı amaçlayan (iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin) emredici kuralların kusurlu bir davranışla ihlali niteliğinde olup aynı zamanda haksız fiil oluşturur. Bu nedenle işçilerin iş kazasından kaynaklanan tazminat taleplerinde sözleşmeden doğan ile haksız fiilden doğan dava hakları yarışır. İşçinin ölümü veya vücut bütünlüğünün zedelenmesi hâli sözleşmeye aykırılık doğuracak olmakla birlikte bu durum aynı zamanda bir haksız fiilin unsurunu da oluşturur (Kemal Oğuzman, İş Kazası veya Meslek Hastalığından Doğan Zararlardan İşverenin Sorumluluğu, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Mecmuası, Cilt 34, Sayı 1-4, 1968, s. 339). İşçi zararının tazmini için sözleşmeye aykırılık veya haksız fiil hükümlerine dayanmakta serbesttir.
9. Sonuç itibariyle denilebilir ki, iş kazasında işverenin hizmet sözleşmesinden doğan işçiyi gözetme borcuna aykırı davranması söz konusu olduğundan iş kazasından kaynaklanan tazminat davalarında sözleşmeye aykırılığa dayalı sorumluluk hükümlerinin uygulanması mümkündür.
10. Öte yandan özel hukukta teknik bir kavram olan zamanaşımı alacak hakkının belli bir süre kullanılmaması yüzünden dava edilebilme niteliğinden yoksun kalmasını ifade etmekte olup sonucu alacak hakkına son verme değil onu eksik borç hâline getirme olarak ortaya çıkmaktadır. Zamanaşımına ilişkin düzenlemelerin temelinde iddia edilen alacağın aradan uzun zaman geçmiş olmasına rağmen kullanılmaması karşısında borçlunun oldukça uzak geçmişte kalan bir borçtan doğabilecek ihtilaflara karşı korunması, kendi alacağına karşı uzun süre kayıtsız kalan kimsenin bu hakkının artık korunmaya layık olmadığını kabul etmiş sayılması yatmaktadır.
11. İş kazalarında işverenin sorumluluğu sözleşmeye aykırılığa dayandığından 6098 sayılı Kanun’un 146 ilâ 161 inci (818 sayılı Kanun’un 125 ilâ 140) maddelerinde düzenlenen zamanaşımı hükümlerinin uygulanması gerekmektedir.
12. Nitekim 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesine göre “Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde her dava on senelik müruru zamana tabidir”. Yine 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesinde benzer bir düzenleme ile, “Kanunda aksine bir hüküm bulunmadıkça, her alacak on yıllık zamanaşımına tabidir.” hükmü yer almaktadır. Kanun koyucu hem 818 sayılı Kanun’un 125 inci maddesi hem de 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı maddesi ile alacak haklarının tabi olacağı genel zamanaşımı süresini düzenlemiş olup aksine bir yasal düzenleme olmayan hâllerde on yıllık sürenin uygulanması gerektiği açıktır. İş kazası hâlinde de zamanaşımı süresine ilişkin ayrı bir düzenleme bulunmadığından 6098 sayılı Kanun’un 146 ncı (818 sayılı Kanun md.125) maddesine göre on yıllık zamanaşımı süresi uygulanacaktır.
13. Türk Borçlar Kanunu’nun 149 uncu maddesi (818 sayılı Kanun md.128 ) uyarınca ise zamanaşımı, alacağın muaccel olmasıyla işlemeye başlar. Muacceliyet, bir borç ilişkisinde alacaklının edimi isteyebileceği ve borçlunun da bu isteme uyarak edimi ifa etmekle yükümlü olduğu anı belirler. Bir başka anlatımla söz konusu anda borç ifa kabiliyeti kazanır ve alacaklı yine o anda edimi kabul etmekle yükümlü olur. Bir alacağın ya da borcun muaccel olması, ilke olarak edimin ifası için öngörülmüş bulunan vadenin dolmasıyla gerçekleşir.
14. Gelinen bu noktada iş kazasından kaynaklanan tazminat talepleri yönünden zamanaşımının hangi tarih itibariyle başlayacağının belirlenmesi gerekmekte olup bu hususun tespitinde, zarar ve zararın öğrenilme tarihinin önemi açıktır.
15. Zarar görenin zararı öğrenmesi demek, zararın varlığı, mahiyeti ve esaslı unsurları hakkında bir dava açılmasına ve davanın gerekçelerini göstermeye elverişli bütün hâl ve şartların öğrenilmiş olması demektir. Zararın öğrenilmesi, zarar verici olayın değil zararın varlığı, niteliği, unsurları ve kapsamının kesin olarak bilinmesi demektir. Zarar verici eylemin sonuçları ve zarar tam olarak ortaya çıkmadıkça zarar görenin zararı öğrendiğinden söz edilemez. Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 05.06.2002 tarihli ve 2002/4-470 Esas, 2002/477 Karar sayılı kararı da aynı yöndedir.
16. Hukuka aykırı bir eylem işlenilmesine karşın onun doğuracağı zarar henüz ortaya çıkmamış, zararın ortaya çıkması için eylem tarihinden itibaren bir takım etkenlerin gerçekleşmesi veya belli bir zamanın geçmesi gerekiyor ise, zararın bütün unsurlarıyla birlikte öğrenilmesi mümkün değildir. Oysa ki, zarar görenin mahkeme önünde ciddi bir dava açarak tazminat isteminde bulunabilmesi ve bu istemini objektif bir şekilde destekleyen, etkili gerekçelerini ortaya koyabilmesi için oluşan zararın niteliğini, kapsamını ve bütün unsurlarını öğrenmesi gerekir. Aksi hâlde doğal olarak zamanaşımı süresi de işlemeye başlamayacaktır.
17. Bazı hâllerde, gerek zararı doğuran eylem veya işlemin ne olduğu ve kim tarafından gerçekleştirildiği ve gerekse zararın kapsam ve miktarı aynı anda ve tam bir açıklıkla belirlenebilir. Böyle durumlarda, zarar görenin uğradığı zararın varlığını, zarar verenin kim olduğunu, kapsam ve miktarının neden ibaret bulunduğunu öğrendiği andan itibaren, zarar verenden bunun tazminini isteme hakkının doğacağı ve bu hakkına ilişkin yasal zamanaşımı süresinin de o tarihte başlayacağı açıktır.
18. Buna karşılık ortaya çıkan zarar, kendi özel yapısı içerisinde sonradan değişme eğilimi gösteriyor, zararı doğuran eylem veya işlemin doğurduğu sonuçlarda (zararın nitelik veya kapsamında) bir değişiklik ortaya çıkıyor ise artık gelişen durum ve dolayısıyla gelişen bu durumun zararın nitelik ve kapsamı üzerinde ortaya çıkardığı değişiklikler (zarardaki değişme) söz konusu olacaktır. Böyle hâllerde zararın kapsamını belirleyecek husus, gelişmekte olan bu durumdur ve bu gelişme sona ermedikçe zarar henüz tamamen gerçekleşmiş olmayacağı için zamanaşımı süresi bu gelişen durumun durduğunun veya ortadan kalktığının öğrenilmesiyle birlikte işlemeye başlayacaktır (Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 06.11.2002 tarihli ve 2002/4-882 Esas, 2002/874 Karar sayılı kararı).
19. Yeri gelmişken belirtilmelidir ki, Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 27.05.2021 tarihli ve 159 sayılı kararı ile bedelsel zararlardan kaynaklanan tazminat davalarında zamanaşımı süresinin hangi tarihten itibaren işlemeye başlayacağı konusundaki görüş ayrılıklarının içtihatların birleştirilmesi yolu ile giderilmesine kara verilmiş ise de Yargıtay Birinci Başkanlık Kurulunun 18.12.2023 tarihli ve 343 sayılı kararı ile farklı olduğu belirtilen kararlarda her somut olayın niteliği ve olaya konu kazaya/zarara ilişkin düzenlenen tıbbi belgelerin özelliklerinin dikkate alınarak zamanaşımı başlangıç süresinin belirlendiği, bu belirlemeler yapılırken de bedensel zararın niteliği, illiyet bağı bulunmak koşuluyla değişim ve gelişim gösterip göstermediği, maluliyetin kesinleşip kesinleşmediği gibi hususların sonuca ulaşmada etkili olduğu, bedensel zararlarda zamanaşımı süresinin başlangıcı noktasında somut olayın niteliği ve zararın özelliğine göre değil de kişinin mahkemeye erişim hakkını kısıtlayacak ve her bir olay için aynı yönde geçerli olacak şekilde soyut ve genel bir kural içeren bir karar alınamayacağı, esasen bu tür uyuşmazlıklarda uyuşmazlığın niteliğine göre zararın baştan belirlenemediği ancak bir incelemeden sonra tam olarak tespiti mümkün olan tazminat taleplerinde etkin hukuki korunmanın sağlaması amacıyla 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 107 nci maddesinde düzenlenen belirsiz alacak davasına konu edilmesi ve bu düzenlemenin doğru, etkin ve yerinde uygulanılması durumunda ayrı bir düzenlemeye de gerek duyulmayacağı belirtilerek daha önce verilen 27.05.2021 tarihli ve 159 sayılı kararın kaldırılması ve içtihatları birleştirmeye gerek olmadığı yönünde karar verilmiştir.
20. Somut olayda 24.04.2000 tarihinde geçirdiği iş kazası neticesinde sağ bacağından yaralanan davacının 1.000,00 TL maddi ve 20.000,00 TL manevi tazminat istemiyle 10.01.2003 tarihinde açtığı eldeki davada Sosyal Sigorta Kurumu Teftiş Kurulu Başkanlığının 13.02.2002 tarihli raporu ile olayın iş kazası olduğu yönünden tespit yapıldığı, Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından davacının sürekli iş göremezlik derecesinin (E) cetveline göre %29,2 olduğuna, yardıma muhtaç olmadığına ve kontrol gerekmediğine karar verildiği, davalı vekilinin itirazı üzerine Sosyal Sigorta Yüksek Sağlık Kurulunca verilen 22.04.2009 tarihli kararda maluliyet oranının İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesinin 09.03.2009 tarihli sağlık kurulu raporu ve ekinde bulunan ganyometrik ölçüm formuna göre azalma kaydıyla (E) cetveline göre %17 olduğuna, başka birinin sürekli bakımına muhtaç bulunmadığına ve kontrol muayenesi gerekmediğine karar verildiği, karara itiraz edilmesi üzerine 3. Adli Tıp İhtisas Kurulundan alınan 23.05.2011 tarihli raporda davacının (E) cetveline göre belirlenen maluliyet oranının %19,2 sürekli olduğu, tedavisinin devam ettiği, iyileşme süresinin 24.04.2000 tarihinden itibaren dokuz aya kadar uzayabileceği ve bu süre zarfında %100 malul sayılması gerektiğinin belirtildiği, İlk Derece Mahkemesince 26.06.2013 tarihli duruşmada davacı tarafa maluliyet oranını tespiti davası açmak üzere süre verilmesi sonrasında 28.06.2013 tarihinde maluliyet oranının tespiti istemiyle açılan davada Bakırköy 1. İş Mahkemesinin 12.10.2015 tarihli ve 2013/557 Esas, 2015/254 Karar sayılı kararı ile davacının geçirdiği iş kazası nedeniyle maluliyet oranının %19,2 olduğunun tespitine dair verilen kararın temyiz incelemesi sonucunda 09.06.2016 tarihinde Yargıtay tarafından onandığı, ayrıca davacı vekilinin maddi tazminat talebini 09.05.2013 tarihli ıslah dilekçesi ile fazlaya ilişkin haklar saklı kalmak kaydıyla 36.000,00 TL’ye yükselttiği, davalı vekilinin de ıslah dilekçesine karşı süresinde zamanaşımı def'inde bulunduğu, İlk Derece Mahkemesi tarafından %19,2 maluliyet oranı esas alınarak maddi zararın 77.032,37 TL olduğu tespit edilen 10.04.2017 tarihli bilirkişi hesap raporunun hükme esas alındığı ancak ıslah dilekçesiyle talep edilen miktara bağlı kalınarak 36.000,00 TL maddi tazminata hükmedildiği anlaşılmıştır.
21. Yukarıda yapılan açıklamalar ile somut olaya ilişkin maddi ve hukuki olgular bir arada değerlendirildiğinde; İlk Derece Mahkemesince davacı tarafa maluliyet oranının tespiti davası açmak üzere süre verilmesi üzerine 28.06.2013 tarihinde açılan davada davacının geçirdiği iş kazası nedeniyle maluliyet oranının %19,2 olduğunun tespitine dair verilen kararın Yargıtay tarafından onanarak kesinleştiği 09.06.2016 tarihinde zararın kapsamı yani zararlandırıcı olayın değil bedensel zararın niteliği ve unsurları öğrenildiğinden ıslah dilekçesi ile talep edilen maddi tazminatın zamanaşımına uğradığından söz etmek mümkün değildir.
22. Hukuk Genel Kurulundaki görüşmeler sırasında zararın öğrenilmesinin onun kapsamının değil, varlığının öğrenilmesi anlamında olduğu, zararın varlığı, niteliği ve esaslı unsurları hakkında bir dava açmaya, o davayı ciddi ve objektif bir şekilde desteklemeye, gerekçelerini göstermeye elverişli yeterli hâl ve şartların öğrenilmesinin, zararın öğrenilmiş sayılması için yeterli olduğu, davacıda oluşan meslekte kazanma gücü kayıp oranının zaman içinde değişmediği, gelişen ve değişen bir durum bulunmadığı, zira tedavinin 2001 yılında tamamlandığı, bu nedenle davacının zararı kaza tarihinde öğrendiğinin kabulü gerektiği, Özel Daire bozma kararının yerinde olduğu, bu nedenle direnme kararının bozulması gerektiği ile 29.05.2019 tarihli ve 2017/8 Esas, 2019/3 Karar sayılı içtihadı birleştirme kararında kısmi davada ıslah ile arttırılan miktarlar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedileceğinin belirtildiği, bu içtihadı birleştirme kararının gerekçesinin yol gösterici olduğu, bu karara göre ıslah ek dava olmayıp dava dilekçesindeki miktarın düzeltilmesi mahiyetinde olduğu, bu nedenle zamanaşımının dava tarihinde ıslah ile arttırılan miktar için de kesildiğinin kabulü gerektiği, direnme kararının bu farklı değişik gerekçe ile doğru olduğu ileri sürülmüş ise de bu görüşler Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
23. Hâl böyle olunca direnme kararı usul ve yasaya uygundur.
24. Ne var ki Özel Dairece davalı vekilinin sair temyiz itirazları incelenmediğinden bu yönde inceleme yapılmak üzere dosya Özel Daireye gönderilmelidir.
VII. KARAR
Açıklanan sebeplerle;
Direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin sair temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın YARGITAY 10. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE,
08.05.2024 tarihinde oy çokluğuyla kesin olarak karar verildi.
''K A R Ş I O Y''
Değerli çoğunlukla aramızdaki uyuşmazlık konusu; iş kazası sonucu yaralanan işçi tarafından fazlaya ilişkin hakları saklı tutulmak kaydıyla açılan tazminat davasında, ıslah edilen kısım bakımından zamanaşımının gerçekleşip gerçekleşmeyeceğine ilişkindir.
Dava açılmasının sonuçlarından en önemlisi; dava açılmasıyla birlikte zamanaşımının kesilmesidir (TBK md. 154/I-b. 2, TMK md. 714, 777/3). Kısmi veya belirsiz alacak şeklinde açılan bir davada; davacının gerçekte, biri fazlaya ilişkin hakkı saklı tutularak istediği bir miktar alacak, diğeri asıl alacak miktarının tespit edilmesi olmak üzere iki istemi söz konusudur. Dolayısıyla, bir davanın açılması ile birlikte bu istemlerin tümü açısından zamanaşımı kesilmiş olmaktadır.
Bununla birlikte; uyuşmazlığın ıslah hukuki müessesesi ile doğrudan ilgili olması nedeniyle, Yargıtayın ıslahla ilgili uygulamalarına göre, alacağın ıslah edilen kısmı bakımından zamanaşımı sorununun geçmişte ne şekilde çözülmeye çalışıldığına, uygulamanın hangi aşamalardan geçtiğine değinmekte yarar vardır.
Bilindiği üzere, yürürlükten kaldırılan 1086 sayılı HUMK’ un 87 nci maddesinde; “... Müddei ıslah suretiyle müddeabihi tezyit edemez” hükmü yer almaktaydı. Bu yasaklama nedeniyle fazlaya ilişkin haklar saklı tutulmak kaydıyla açılan davanın yargılaması sırasında davacının tazminat veya alacak tutarının belirlenmesi hâlinde ancak ek dava açılmak suretiyle alacağın fazla olan kısmı istenebilmekteydi. Böyle bir durumda, doğal olarak ek dava ile talep edilen kısmın zamanaşımına uğraması ve zamanaşımı def’i ile karşılaşılması hâlinde, ek davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmekteydi. Bu düzenleme Anayasa Mahkemesinin 20.07.1999 tarihli ve 1999/1 Esas, 1999/33 Karar sayılı kararıyla iptal edilmişti. İptalden sonra ek dava yerine kısmi ıslah suretiyle müddeabih artırılarak uygulamaya devam edildi. Ne var ki ıslah ile arttırılan kısım bakımından sanki ortada bir ek dava varmış gibi zamanaşımı yönünden de iptal öncesi eski uygulamaya devam edilmiştir. Diğer bir anlatımla, “maddi tazminat isteğinin ıslah yolu ile artırılması yeni bir dava niteliğinde” olduğu kabul edilerek bu kez zamanaşımına ilişkin süreler yönünden ıslah tarihi esas alınmıştır (Örneğin; Yargıtay 4. H.D.’nin 09/10/2008 tarihli ve 2008/1009 Esas, 2008/11376 Karar; 14/12/2009 tarihli ve 2009/2469 Esas, 2009/14096 Karar; 07/03/2011 tarihli ve 2010/3617 Esas, 2011/2427 Karar sayılı kararları).
Yargıtayca önceki uygulamaya devam edilmekle birlikte; bir süre, önceki uygulamalardan vazgeçildiği, alacağın ıslah ile arttırılması işleminin yeni bir dava niteliğinde olmadığı görüşü doğrultusunda, ıslah edilen kısım bakımından da asıl dava tarihi itibariyle zamanaşımının kesildiği kabul edilerek zamanaşımı savunmalarının (zamanaşımı def’ileri) ret edilmesi gerektiği yönünde kararlar verilmiştir (Örneğin; yine, Yargıtay 4. H.D.’nin 16/12/2014 tarihli ve 2014/5780 Esas, 2014/17282 Karar; 13.05.2015 tarihli ve 2014/8157 Esas, 2015/6129 Karar sayılı kararları). Ancak, hemen belirtmek gerekir ki daha sonra, “alacağın ıslah ile arttırılması işleminin yeni bir dava niteliğinde” olmadığına ilişkin görüşten vazgeçilip tekrar eski uygulamaya dönülerek alacağın ıslahla artırılan kısmı açısından zamanaşımının işlediği benimsemiştir (Örneğin; Yargıtay 4. H.D. 13/06/2016 tarihli ve 2016/3774 Esas, 2016/7793 Karar; 14/06/2016 tarihli ve 2015/11319 Esas, 2016/7830 Karar. sayılı kararları).
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu uygulamasına gelindiğinde; bir çok kararda tam ıslah için ilk dava açılmakla alacağın tamamı için zamanaşımının kesildiği kabul edilirken aynı kararda kısmi ıslah bakımından zamanaşımının işlemeye devam edeceği belirtilmiştir (Örneğin, 16.03.2016 tarihli ve 2014/4-896 Esas, 2016/332 Karar sayılı kararı).
Görüldüğü üzere; ıslahla alacağın miktarının artırılmasına ilişkin konularda, Yargıtayca farklı uygulamalara gidildiği anlaşılmaktadır.
Islah ile ilgili uygulamalardan kısaca söz ettikten sonra, bu konuya ışık tutacağına ve uygulamaya yeni bir bakış açısı getirip yeni bir yön vereceğine inandığımız, 24.05.2019 tarihli ve 2017/8 Esas, 2019/3 Karar sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararına (YİBK) değinmekte yarar vardır. Davacının, dava dilekçesinde faiz talep etmekle birlikte, ıslah dilekçesinde faiz istememesi nedeniyle ıslah edilen kısım için de faize hükmedilip hükmedilemeyeceği içtihadı birleştirmeye konu olmuş; sonuçta, “... Bir miktar para alacağının faizi ile birlikte tahsiline karar verilmesinin talep edildiği kısmî davada, dava konusu miktarın kısmî ıslahla faiz talebi belirtilmeksizin arttırılması hâlinde, arttırılan miktar bakımından dava dilekçesindeki faiz talebine bağlı olarak faize hükmedilecektir.” şeklinde içtihatların birleştirilmesine karar verilmiştir. Faizle ilgili olan bu karar, zamanaşımı konusuyla doğrudan ilgili değilse de içtihadı birleştirme kararları; konularıyla sınırlı, sonuçlarıyla bağlayıcı, kararda belirtilen gerekçeleriyle yol gösterici nitelik taşırlar.
Bu YİBK’nda açıkça; ıslahın yeni bir dava olmadığı, dava dilekçesinde bir miktar para alacağının faiziyle birlikte istenmesi hâlinde, ıslah dilekçesinde faize yer verilmemiş olsa bile ıslahla artırılan alacak miktarı yönünde de faize hükmedileceği kararlaştırılmıştır.
Diğer yandan, ıslah edilen kısım bakımından zamanaşımı meselesi Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru konusu olmuş Mahkeme kararlarında istikrarlı bir şekilde; “... Yukarıda yer verilen tespitler ışığında başvuruya konu olay değerlendirildiğinde başvurucunun ıslaha konu dava değerinin artırılan kısmı yönünden davanın zamanaşımından reddedilmesine ilişkin uygulamanın başvurucuya şahsi olarak aşırı bir külfet yüklediği, başvurucunun katlanmak zorunda kaldığı külfetin hedeflenen meşru amaçla karşılaştırıldığında orantısız olduğu, dolayısıyla müdahalenin ölçülü olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.
... Açıklanan gerekçelerle Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar verilmesi gerekir” şeklinde kararlar vermiştir (12.07.2023 tarih, 2019/37411 Bir. Başvuru ve 23.3.2023 tarih, 2019/430 Bir. Başvuru).
Anayasa Mahkemesi yine 27.11.2019 tarih, 2016/9312 Bir. Başvuru kararında da açıkça; “... Somut olayda destekten yoksun kalma tazminatının ıslahla artırılan kısmının dava zamanaşımı gerekçesiyle reddedilmesinin başvurucunun mahkemeye erişim hakkına yönelik bir müdahale teşkil ettiği açıktır.” demek suretiyle hak ihlali kararı vermiştir.
Bu konu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) de taşınmış, Mahkeme, özetle; ek dava yoluyla ilk talebini arttırma hakkının olayın koşulları altında etkisiz bırakıldığını ve davacının bütün zararı bakımından tazminat talep edemediğini belirterek Sözleşmenin 6/1 inci maddesi gereği mahkemeye erişim hakkının ihlal edildiğine karar vermiştir (Doğu/TÜRKİYE B....v. no:16312/10, 27.2021trh.).
Adalete erişim hakkı en temel haklardandır. Temel hak ve hürriyetler ancak yasayla kısıtlanabilir.
Fazlaya ilişkin haklar saklı tutularak süresinde dava konusu edilen ve yargılamanın devamında alacak miktarının ıslahla artırılan kısmı için zamanaşımının geçtiğine yönelik bir yasal düzenleme de yoktur. TBK 154/2 maddesi gereği dava açılmakla zamanaşımının kesileceği hüküm altına alınmıştır. Yukarıda bahsedilen İçtihadı Birleştirme Kararında da alacak miktarının artırılmasıyla ilgili kısmi ıslahın yeni bir dava olmadığı açıkça belirtilmiş olmasına göre artık ıslahla artırılan alacak miktarı için dava açılmakla birlikte zamanaşımının kesilmediğinden bahsedilemez.
Ayrıca ıslahın; “... Tarafların yaptıkları usul işlemlerinde düşebilecekleri yanlışlıkları düzeltmeye, bırakabilecekleri eksiklikleri tamamlamaya ve böylece adaletli karar verebilmesini sağlamaya yönelik bir yol” (Prof. Dr. Ejder Yılmaz, Islah, genişletilmiş 5. baskı, s. 48). olduğunu da unutmamak gerekir.
Yukarıda yapılan açıklamalar, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları, ilgili mevzuat, ıslahın tanımına ilişkin akademik görüş hep birlikte değerlendirildiğinde aşağıdaki sonuçlara ulaşmak mümkündür.
1. Başlangıçta ıslah ile dava konusunun (müddeabihin) artırılması mümkün değilken, Anayasa Mahkemesinin iptal kararı ile mümkün hâle gelmiştir.
2. Islah, yeni veya ek bir dava değil usulü bir hatanın düzeltilmesi veya eksikliğin tamamlanmasıdır.
3. Islah ile arttırılan kısmın bir ek dava olmadığı YİBK ile kabul edilmiştir.
4. Islah edilen kısım bakımından zamanaşımının devam edeceğine ilişkin yasal bir düzenleme yoktur.
5. Tam ıslah yapılması hâlinde, yeni davanın zamanaşımına uğramayacağı kabul edilmişken kısmi ıslahta zamanaşımının kabul edilmesi izahı güç, çelişkili bir durumdur.
6. Islah edilen kısma ilişkin talebin zamanaşımına uğradığı gerekçesiyle reddedilmesi başta, Anayasanın 36 ncı ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6/1 inci maddesinde belirtilen hak arama hürriyetini engellemekte, sonuçta hak ihlalleri doğmaktadır. Uygulamanın bu şekilde devam etmesi hâlinde de yeni hak ihlallerinin doğması kaçınılmaz olacaktır.
Yukarıda açıklanan sebeplerle; kısmi ıslahın, ıslah edilen miktar bakımından yeni bir dava olmadığı dikkate alınarak asıl davanın açılmasıyla zamanaşımının tüm alacak (tazminat) bakımından kesildiğinin kabul edilmesi gerekir. Bu değişik gerekçeyle kararın onanması düşüncesinde olduğumuzdan, sayın çoğunluğun farklı gerekçeyle onama görüşüne katılmıyoruz.