Gülcan Eren ile ‘Bir Narsistle Yaşam’ üzerine: Yaşanmışlıkları inkâr etmeden yazıyorum

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Söyleşi- Orhan Şahin İlk kitabı Mihra ile edebiyat yolculuğuna adım atan Gülcan Eren, hem aktivist kimliğiyle hem de gazetecilik geçmişiyle dikkat çeken bir isim. “Bir Narsistle Yaşam” adlı son kitabında, görünmeyen yaralara, bastırılmış çığlıklara, suskun hayatlara odaklanıyor. Psikolojik şiddetin, manipülasyonun ve sistematik baskının gölgesinde kalan bir kadın olan Zehra’nın hikâyesini anlatırken, aslında bir toplumun aynasını tutuyor. Söyleşimizde “Uzun zamandır kendime ait olmayan bir hayatı yaşıyorum” diyen cümleyi hem Zehra’nın hem de kendi iç sesinin başlangıcı olarak tanımlayan Eren, şiddetin kalemini defalarca durdurduğunu itiraf ediyor. “Bir Narsistle Yaşam” sadece bir kurgu değil; hem acının edebiyata hem de sessizliğin kelimelere dönüşme süreci. Eren’in ifadesiyle: “Kimileri hikâyesini kâğıda yazar, kimileri etine kazır.” Yeni kitabı Bir Narsistle Yaşam vesilesiyle görüştüğümüz Gülcan Eren’le hem edebiyat hem de kadınların görünmeyen yaraları üzerine derin bir sohbet gerçekleştirdik. Yazmaya ilk ne zaman başladınız? O ilk cümlede ne vardı? Yazmak benim için bir terapi. Zülfü Livaneli’nin dediği gibi: “Yazar olmak gizli yaralarını göstermek gibidir.” Sizce yazar kendi travmasını mı onarır, başkalarına mı ayna tutar? İkisini de yapar. Kendi acısını dönüştürürken başkalarının yaralarına da ışık olur. Hayatınızda sizi yazmaya zorlayan bir kırılma oldu mu? Aktivist kimliğimle yıllarca mücadele ettim. Yazı, bu mücadelenin başka bir formu oldu. Köşe yazılarıyla başladım; çünkü inanıyorum ki güçlü kadın yazar, değişimin öncüsüdür. Gazetecilik geçmişinizle edebiyat arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz? Gazetecilik bilgi verir, yazar ise dünyalar kurar. Yazarlık daha içsel, daha dönüştürücü bir yolculuk. Mihra ile Bir Narsistle Yaşam arasında nasıl bir evrim var? Mihra benim acemiliğimdi. Şimdi daha bilinçliyim; kalemim daha derinlikli, niyetim daha keskin. Zehra karakteri nasıl doğdu? O, tüm sessiz kadınların sesi. “Uzun zamandır kendime ait olmayan bir hayatı yaşıyorum,” dediği anda, hem onun hem benim hikâyem başladı. En zor yazdığınız cümle neydi? Tam da o cümle. Bu söz, Zehra’nın ama aynı zamanda kendi iç sesimin yankısıydı. Yazarken defalarca durdum. Birinci tekil anlatımda hem kurbanı hem anlatanı yazmak nasıl bir sınavdı? Çok zorlayıcıydı. Bazı sahnelerde elim kaleme gitmedi. Günlerce yazamadım. Kitap boyunca sıkça geçen semboller –ayna, kuş, defter– nasıl oluştu? Onları ben değil Zehra dayattı. Onun iç dünyasına o kadar girdim ki semboller kendiliğinden aktı. Zehra’nın hafızasında boşluklar var. Sizce hatırlamak mı iyileştirir, unutmak mı? Eğer acı fazlaysa, unutmak daha sağlıklı. Kimi zaman hatırlamamak hayatta kalma biçimidir. Narsistik şiddet hâlâ neden konuşulamıyor? Çünkü korkuyoruz. Yargılanmaktan, dışlanmaktan. Ve toplum olarak susmaya alışkınız. Psikolojik manipülasyon gibi terimler hayatınıza nasıl girdi? Literatürden değil, deneyimlerden süzüldü. Bu kavramlar hayatımın içinden çıktı. Ali karakteri sadece bir eş değil, bir toplumsal prototip mi? Evet. Ali, patriyarkal sistemin, şiddetin ve suskunluğun vücut bulmuş hâli. Bu kişilik bozukluğunu genelde sadece en yakınları fark ediyor. Zehra’nın hikâyesi bir zafer mi sizce? Kesinlikle. O sadece kendi hikâyesini değil, susturulmuş tüm kadınların isyanını yazdı. Bu bir zaferdir. Okurdan ne tür geri dönüşler aldınız? En sık gelen mesaj: “Benim hayatımı yazmışsınız.” Bir başkası: “Kadınları güçlü resmettiğiniz için minnettarım.” Zehra şimdi karşınızda otursa, ona ne söylerdiniz? ‘Senin cesaretin, başkalarının direnişine ilham oluyor. Hikâyen yalnızlığa karşı yakılmış bir meşale.’
 
Geri
Üst