A
Admin
Yönetici
Yönetici
Ne tam olarak yorgunluk ne yalnızlık ne de kaygı. Daha çok, kendilik yitimine yakın bir hal... Görünüşte her şey yerli yerinde sanki. Çünkü bir kimliğin var, rollerin, sorumlulukların, rutinlerin… Ama içten içe biliyorsun ki: Bu hal, senin değil. Senin bedenin ama başkasının sesiyle yaşıyor. Senin hayatın ama başkasının onayıyla ilerliyor. Senin varlığın ama içinde gerçek sen yok... Modern insan, tükenmiş değildir yalnızca. Aynı zamanda yönünü yitirmiştir. Ve çoğu zaman bu yön kaybı, duygusal bir boşlukla değil tam tersine, aşırı dolulukla gelir. O kadar çok şeyin, fikrin, kuralın, beklentinin ve korkunun altında kalırsın ki asıl senin olan hissi duyacak yer kalmaz. İşte bu yüzden, duygusal tükeniş sadece içsel bir yorgunluk değil, toplumsal bir organizasyonun doğrudan sonucudur... Toplumun Gölgesinde Yaşamak: Toplum, insanın sadece içinde yaşadığı bir yapı değil, aynı zamanda içinden geçtiği bir organizmadır. Duygular bile bireysel değildir aslında. Çünkü toplum seni sadece düşündürmez, aynı zamanda ne hissetmen gerektiğini de şekillendirir. Doğduğun andan itibaren, hislerine dair bir alfabe verilir eline: Şu duygular “doğru”, şu davranışlar “makbul”, şu korkular “normal”, şu arzular ise “ayıp”. Ve böyle böyle, sen hissettiğini değil, hissetmen öğretileni hissetmeye başlarsın. Sana ait olan şey, senden alınır. Ve yerine, toplumun sindirdiği bir şey konur. Sen de buna “ben” dersin. Ama aslında o ben, içerden değil dışardan yapılmıştır. Korku: Normun İçimize Ektiği Gözcü Korku, her zaman bir tehlikeye karşı oluşmaz. Bazen sadece sapma ihtimali yeterlidir. Farklı olma, yanlış anlaşılma, dışlanma, ayıplanma… Bunlar bir saldırı değil, bir kayıp korkusudur. Ve en çok da ait olma hissini yitirme korkusudur. Çünkü insan için en derin güdülerden biri, görülmek ve kabul edilmek. Ve toplum bunu sana koşullu verir. Eğer normlara uyarsan, seni kabul eder. Uymuyorsan, seni “garip” bulur, “yanlış” bulur, en kötüsü de, seni yok sayar. Bu yüzden korku, içsel değil; toplumsal bir disiplin mekanizmasıdır. Ve bu mekanizmayı sen de içselleştirirsin. Kendini durdurursun. Kendini sansürlersin. Kendini gözlersin. Ve artık kimse sana karışmasa bile, içindeki gözcü seni hizaya getirir. Onay: Kimliğin Kaygan Zemini Toplumun ödül sistemi onaydır. Ve ne yazık ki, modern insan bu ödülün bağımlısı haline geldi. Çünkü onay, var olduğunun dışarıdan teyididir. Birini sevmek bile artık çoğu zaman içsel bir karar değil; beğenilir mi, görünür mü, kabul edilir mi gibi dışsal kriterlerle biçimleniyor. İşte bu yüzden, insanlar gerçek duygularını değil, onaylanabilir duygularını yaşarlar. Gerçek kimliklerini değil, tüketilebilir kimlik versiyonlarını sunarlar. Ve kendi hikayelerini değil, hikayeleşmiş benliklerini pazarlamaya başlarlar... Oysa onayla var olan, onaysız kalınca çöker. Ve bu da duygusal tükenişin bir başka biçimidir: Kendine ait olmayan hayatı sürdürme yorgunluğu... Tükeniş: Sadece Yorgunluk Değil, Yersizlik Bu noktada tükenmişlik artık sadece bir enerji kaybı değil; bir anlam yitimi halini alır. Sabahları neden kalktığını bilmemek, konuşurken kelimelerin içinin boşaldığını hissetmek, başarıların içini doldurmadığını fark etmek, sana ait olmayan ilişkileri sürdürmek… Tüm bunlar birikerek şu noktaya getirir seni: “Ben bu hayatı yaşarken, içimde kim yaşıyor?” Kendinle örtüşmeyen bir kimliği taşımak, zamanla hem duygusal hem de bedensel bir yıpranmaya yol açar. Çünkü beden her zaman yalanı fark eder. Gülüşünü ezberlemiş olsan da, gözlerin seni ele verir. İçin ağlarken dışarıdan neşeli görünsen de, geceleri uykuların seni inkar eder. Ve bir gün, istemeden durursun. Ve o durakta sadece bedenin değil, tüm kimliğin yorgun bir çantaya dönüşür... Kendine Dönmenin İlk Adımları Peki ne yapılabilir? Büyük devrimlerden değil, küçük ve doğrusal olmayan farkındalıklardan söz ediyorum. - Bugün kendimi nerede bastırdım? - Kimi memnun etmek için kendimi görmezden geldim? -Sustuğum hangi anda aslında içimde bir çığlık vardı? - Yaptığım hangi seçim benim değildi? Bu sorular yargı değil; tanıklık kapılarıdır. Kendine suçlamadan bakabildiğin her an, sistemin dışına doğru minik bir çatlak açarsın. Ve o çatlak, içinden sana ait olan ışığı sızdırmaya başlar. Sonuç Değil, Başlangıç Duygusal tükenişin sosyolojisi, bireyin değil, sistemin hikayesidir. Ama bu hikaye, bireyin içinden geçerek kendini yeniden üretir. Sen ne zaman kendi hikayene döner, o hikayeyi yeniden yazmaya cesaret edersen, toplumsal anlatıyı da dönüştürmeye başlarsın. Çünkü sistem, senden başlar. Senin korkularında yaşar. Senin susuşlarında büyür. Ama sen konuştuğunda, sen baktığında, sen hissettiğinde, sistem de senden çözülmeye başlar. Ve belki de en radikal eylem, kendine yeniden inanmaktır. Yavaşça. Sessizce. Derinden...