A
Admin
Yönetici
Yönetici
Dijital dönemin sarsıntılı ritmi, kişisel kimlikleri baş döndürücü bir hızla esnetiyor. Artık “ben” dediğimiz şey; sürekli akan veriler, beğeniler ve algoritmaların görünmez elinde yoğrulan dinamik bir hikâye. Kimlik inşasının bu kadar akışkanlaştığı bir ortamda, bireyin varlığını istikrarlı ve tutarlı kılan ontolojik güvenliğin de her zamankinden fazla sınandığını görüyoruz. Türkiye’de Ocak–Nisan 2025 tarihleri arasında 27 bini aşkın sosyal medya hesabı erişime kapatıldı. Resmî gerekçe: “ulusal güvenlik” ve “kamusal düzen”. Fakat perde arkasında, dijital ekosistemin kimlikler üzerinde yarattığı baskının toplumsal tezahürü var: Görünürlük talebi, politik kutuplaşma ve linç kültürü, algoritmik öneri sistemleriyle birleşerek bireyin benliğini tehdit ediyor. Bu tehditlerin en yenisi deepfake teknolojileri. 29 Nisan 2025’te ABD Temsilciler Meclisi, rıza olmaksızın cinsel içerikli deepfake üretimini federal suç sayan tasarıyı kabul etti. Aynı hafta Asya’da 87 ayrı deepfake dolandırıcılık şebekesinin çökertilmesi, küresel ölçekte yaygınlaşan yapay içerik sorununu gözler önüne serdi. Ülkemizdeyse uzmanlar “deepfake’le siber zorbalık” uyarısında bulunarak itibar suikastlarının psikolojik boyutuna dikkat çekti. Deepfake’in ahlâkî ve hukukî sınırları hâlâ muğlak; bu belirsizlik bireyin ontolojik güvenliğini doğrudan zedeliyor. Ontolojik güvenlik, sosyolog Anthony Giddens’in ifadesiyle, bireyin “varoluşunun sürekliliğine” duyduğu içsel inançtır. Günümüzde bu inanç; algoritmaların tercihlerimizi tahmin edip şekillendirmesine, iptal kültürünün en ufak hatayı kalıcı lekeye dönüştürmesine, dijital ayak izlerimizin silinmez hâle gelmesine karşı kırılgan bir zırh sunuyor. Birkaç tıkla yayılan dijital linç dalgaları, sadece mesleki ya da toplumsal konumumuzu değil, kimliğimizin çekirdeğini de sarsıyor. Bu kırılganlığı derinleştiren ikinci katman, platform ekonomisinin “dikkat” odaklı iş modeli. Sosyal medya şirketleri, kullanıcıyı olabildiğince uzun süre çevrimiçi tutmak için kişiselleştirilmiş akışlar tasarlıyor; bu akışlar da kimliğimizi vurgulayacak, kimlik performansını ödüllendirecek içerikleri öne çıkarıyor ve birey, algoritmik alkışa bağımlı “sürekli sahnede olma” hâline sürükleniyor. Meta’nın Nisan ayında Türkiye’deki protesto paylaşımlarını kısmayı reddettiği için aldığı para cezası, şirketlerin şeffaflık eksenindeki gerilimini bir kez daha gündeme taşıdı. Platformların kendini regüle etmeye direnmesi, kullanıcıların kimliklerini koruyacak etik çerçevenin oluşmasını da geciktiriyor. Çözümün ilk şartı, dijital medya okuryazarlığını klasik “haber doğrulama” sınırından çıkarıp kimlik yönetimi eksenine genişletmektir. Bireyler yalnızca doğru bilgiyi ayırt etmeyi değil, kendi verilerinin izlenebilirliğini, algoritmaların yönlendirme biçimini ve dijital içerik üretiminin kalıcılığını da okuyabilmelidir. İkinci şart ise platform içi şeffaflığı zorlayacak regülasyonlardır. ABD’deki yeni yasa tasarıları, Florida’nın “Brooke’s Law” girişimi ve AB’nin Dijital Hizmetler Yasası, içerik moderasyonuna somut yaptırımlar getiriyor. Türkiye’nin de yalnızca erişim engelleme yerine, algoritmik hesap verebilirliği önceleyen düzenlemelere yönelmesi kaçınılmaz. Kısacası dijital kimlik, artık pasif olarak “sahip olunan” değil, aktif biçimde “yönetilmesi” gereken bir varlık. Her bir çevrim içi etkileşim, ontolojik güvenlik zırhımızda yeni bir delik açma potansiyeli taşıyor. Platformların şeffaflığı, hukukun güncelliği ve bireyin dijital bilinci bu zırhın yegâne tamiri. Unutmayalım: “Ağızdan çıkanı kulağın duysun.” Dijital evrende ise yazılanı bütün dünya duyar; üstelik silinmeyen piksel izleriyle birlikte.