DERİN DEVRİM

  • Konbuyu başlatan Admin
  • Başlangıç tarihi
A

Admin

Yönetici
Yönetici
Okullarımızda tatil zamanı yaklaşırken, sınıfların duvarlarına sinmiş bir yılın sesi usul usul çekiliyor. Sene sonu etkinlikleri için hazırlıklar hummalı bir şekilde sürüyor. Çocukların gözlerinde biriken heyecan, yaklaşan o özel günlerin habercisi gibi parıldıyor. Veliler, bu telaşlı ve tatlı hazırlığa sessizce katılıyor; kimi kostüm diken bir anne, kimi prova izleyen bir baba olarak... Kimi zaman bir şiir ezberleniyor, kimi zaman bir oyun sahneleniyor. Her hareketin, her repliğin ardında bir yıl boyunca biriken emek, sabır ve sevgi var. Öğrenciler için bu gösteriler sadece birer eğlence değil; aynı zamanda kendilerini ifade ettikleri, özgüvenle büyüdükleri sahneler. Belki de hayatları boyunca hatırlayacakları ilk alkışları burada duyacaklar. Her okulun yıl sonu etkinliği, o okulun imkânlarıyla, bulunduğu konumla doğru orantılı biçimde şekilleniyor. Artık bunu biliyor, hatta çoğu zaman yadırgamıyoruz bile. Ancak kabul edelim ki, sayıları giderek artan özel okullar ile devlet okulları arasında, özellikle görünür alanlarda—etkinliklerde, sahne düzenlerinde, sunum biçimlerinde—büyüyen bir fark var. Devasa ücretlerle öğrenci kabul eden özel okullar, sahip oldukları imkânlarla âdeta küçük sahne evrenleri kurarken; devlet okulları, kısıtlı kaynaklarla, büyük ölçüde gönüllülüğe dayalı bir çabanın içindeler. İkisinin arasında bir denge, bir ortak zemin ise pek yok. Bir taraf ışıklı sahnelerde, profesyonel çekimlerin eşliğinde alkış toplarken; diğer taraf sınıf tahtasının önünde, imkânsızlıkları hayal gücüyle aşmaya çalışıyor. Ve bu fark, yalnızca gösterilerin değil, eğitimin yapısal eşitsizliklerinin de bir sonucudur... Ancak bu yazının konusu, o uçurum değil. Zira farkları, hatta çarpıklıkları, karar vericiler de dâhil olmak üzere artık herkes biliyor. Ben bu satırları, yıl sonu etkinliklerinde gözüme çarpan küçük ama düşündürücü bir ayrıntıyı paylaşmak için kaleme alıyorum. Hafta sonlarını, özellikle de tatil günlerini pek sevmem. Sebebi tatil değil; daha çok, zamanın boşlukta eriyip gitmesidir belki. Geçtiğimiz Cumartesi, okulun etkinliğine davet edildim. Davete icabet biraz da mecburiyetten oldu. Oysa o gün için kendimce planlarım vardı: kitap, sessizlik, belki kısa bir yürüyüş… Fakat bütün bunları erteleyip okulun yolunu tuttum. Okul binasına adım attığımda tanıdık ama bir o kadar da değişmiş bir atmosferle karşılaştım. Koridorların tamamı etkinlik afişleriyle donatılmıştı. Bina, adeta gelinlik giymiş bir genç kız gibi parlıyordu. Duvarlarda afişler, resimler, panolar… Renkler, çizgiler, temalar göz alabildiğine uzanıyordu. Program başlamadan önce kalabalıktan uzaklaşıp koridorlara sığındım. Duvarlardaki resimlere göz gezdirdim. Kimi gerçekten etkileyiciydi, kimi ise çocukça bir saflıkla çizilmişti. Her birinin altında bir isim yazılıydı — o resmi çizen çocuğun adı. Merakla gözlerimi resimlerden isimlere çevirdim. Üşenmeden yüz elliye yakın tablonun altında yazan isimlere tek tek baktım. Elbette daha fazlası da vardı, ama bu kadarı bile bana yetti. Ne bir şaşkınlık ne de açık bir sarsıntı yaşadım. Daha çok, sessizce yer değiştiren bir dünyanın ayak izlerine tanıklık ediyormuşum gibi hissettim. Çocukların isimleri, bir zamanlar alışık olduğum dünyanın sesini taşımıyordu artık. Elif’in, Zeynep’in, Ozan’ın, Kemal’in yerini; Lila, Sarı, Tuana, Uzay, Aleyna, Aryanus, Belkur, Azrafer, Zerdağ, Almira, İrve gibi kulağıma yabancı gelen, anlam dünyama uzak isimler almıştı. Bu sadece bir ad meselesi değildi. Bu, yönü yavaşça değişen bir toplumun sessiz işaretiydi. Bir dilin, bir hafızanın, bir aidiyet biçiminin usulca çözülüşüydü belki de. Zaman tüneli gibi ya da başka bir ülkenin okulunun koridorlarında sandım kendimi. O an kendimi bir sergide değil, yön tabelalarının yavaş yavaş değiştirildiği bir kültürel kavşakta hissettim. Biz yıllarca değerlerimize yaslanarak bir gelecek kurmaya çalışırken, bir başka akış sessizce güçlenmişti. Onca emek, onca yolculuk, onca mücadele… Acaba bütün bunlar, arkada bırakılan isimlerle birlikte geçmişte mi kaldı? Herkes, çocuğuna vereceği ismi, kalbinin en derin köşelerinden, kendi gönül yolculuğunun en gizli köşelerinden seçer. Bir isim, coğrafyanızın, tarihinizin, geleneklerinizin, inançlarınızın ve ideallerinizin bir yansıması değil midir? Yanlış mı öğrendik bunu? İsim ve kimlik, birbirini tamamlayan, hatta bütünleyen birer parçalar değil miydi? Bir ismin ardında, kime ve nereye ait olduğunu duyurmak, kim olduğunun izlerini taşımak var. Oysa şimdi… Şimdi bir çılgınlık, ne zaman ve nasıl başladı, kim bilir? Belki de biri, farkında olarak, ya da bilinçsizce bu yolu açtı. Bu soruları çoğaltmak, bir çığ gibi büyütmek mümkün. Bir kimlik, bir varlık… Ancak ben, bu etkinlikte, sadece bir ismin ötesinde, zamanın, toplumun ve kültürün derinden akan sessiz devrimini fark ettim. Düşünün ki, hepimiz, farkında olmadan, bir nehrin akışı gibi bu değişime katkı sağlıyoruz; her bir adım, kaybolmaya mahkûm bir dönüşümün içinde. Sanki her gün biraz daha kaybolan, biraz daha silinen bir kimliğin parçalarıyız. O isimleri duyduğumda içimde bir şey yerinden oynuyor, kalbim bir anlığına duruyor. Bir çocuğa "Adın ne?" diye sormak, bana artık sadece bir soru değil; bir sorumluluk gibi geliyor. Her yeni isimle, içimde bir şok dalgası büyüyor. O ismin, bir yansıma gibi ruhumu savurması, gönül dünyasını sarsması… Bu yaşta, duyduğumuz her yeni isim, bir yenilik gibi, ruhumuzu çalkalayan bir fırtına. Her şey hızla değişiyor ve bu değişim karşısında tahammül etmek, giderek daha zorlaşıyor. Her yeni ad, bir diğerini takip ederken, kalbimizde bir kırık daha bırakıyor, sanki her isimle birlikte bir parçamız daha kayboluyor. Yeni doğan bir bebeğe hangi ismin verildiğini ya da ilk defa gördüğünüz bir çocuğa “İsmin nedir?” diye sormaya cesaretiniz varsa, sessiz bir devrimin içinde olduğunuzdan haberdar olacağınızdan emin olun. Bu, yalnızca bir soru değil, aynı zamanda toplumun derinliklerinden gelen, kelimelerle ifade edilemeyen bir değişimin izlerini sürmek demektir. O ismin ardında, zamanın, kültürün ve belki de bilinçsiz bir şekilde yapılan seçimlerin yansımasını bulacaksınız. Bir çocuğun adı, sadece bir etiket değil, içinde yaşadığımız dünyanın, değişen değerlerin, kaybolan kimliklerin sessiz çığlıklarıdır.
 
Geri
Üst