A
Admin
Yönetici
Yönetici
Zaman ve mekan, Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü kitabını hiç duymamış, hiç okumamışlarla, bu kitabı okumuş ve duyumsamışlar arasındaki bir yerden yırtıldı adeta. Margaret Atwood 1980lerde bu romanı yazdığında yarım yüzyıl sonra tüm yerküreyi kaplayacak bir distopyanın senaryosunu yazdığını biliyor ya da seziyor muydu? Bir röportajında “yazmak karanlıklara dalmaktır” diyor. Ben bu kitabı okuduğumda otuzlu yaşlarımda ve tek çocuğuma gebeydim ve nedense kendimi alabildiğine özgür zannediyordum. Bu romanın izleği olan distopyanın, Afganistan, İran gibi İslami Rejimlerdeki kadınları imlediğini , kitapta geçen batı ülkesinin Orta Çağın izdüşümü olduğunu düşünmüştüm o vakit. Muhtemelen algılarımı, yaşadığım ülkenin dört bir yanında zaten yaşanmakta olan bu trajediye kapatmıştım. Ama kitap bende derin iz bırakmış ve ürpertmişti. Bir romanın sizi böyle etkilemesi, yaşanılmış ya da yaşamak ihtimali olduğunu sezdiğiniz acılara, sızılara değmesindendir. Sonra, orta yaş krizime de denk düşen zamanda ki krizler algıyı ve kavrayışı artırır, bu kez de romanın dizisini izledim. Diziyi seyretmek kitabı okumaktan daha sarsıcıydı ya da ben benliğimin farklı evresinde olduğum için daha çok sarsıldım. Bu kez yazarın, toplumda ikinci cinsiyete kıstırılmış kadınların bedenlerinden türlü biçimlerde koparılışlarının benliklerinde yol açtığı yarılmalara yaptığı tüm göndermeleri kavramıştım. Kendim dahil, annem ve ninemin yüreklerine bastıkları, dile vurmadıkları ne varsa tüm özgürlüklerin yaşamlarımızda karşılaşacağımız iyi adamlara bağlı olduğunu, ama şans eseri iyi adamlarla yoldaşlık yapsak dahi zihinlerimizin birbirine akıp ördüğü, ince ince birbirimizin bilincine nakşettiğimiz o duvarların bizi bedenlerimize, arzularımıza nasıl yabancılaştırdığını acıyla duyumsadım. Romanda, totaliter, teokratik bir toplumda, kadınlar esir alınıyor, seçilmiş bir azınlıktan adamlar ile zorla çiftleştiriliyorlardı. Kadınlar, ait oldukları adamların adıyla anılıyor, bedenleri çocuk doğurma makinesi gibi kullanılıyordu... Mesela , romanın ana kahramanının adı olan Offred, Fred’inki demekti. Çiftleştirilen kadınlar uzun, bol, kırmızı elbiseler giyiyor, çiftleşme sırasında kıpırdamasınlar diye kadınların başlarını tutan komutanların kısır eşleri ise turkuaz giyiyordu. Romandaki renklerin gizli anlamları üzerine yazılan yorumlarda kırmızı ve adet kanı, turkuaz ve itaat analojilerine not düşülmüştür. Çiftleşme sırasında komutanlar üniformalarını, kadınlar giysilerini çıkarmıyor, öpüşmeleri ve göz göze gelmeleri de yasak ve aslında bu pek çok evlilik içi çiftleşme gibi demek abartı olmaz sanırım. Kendisi de altı yaşındayken sünnet ettirilen Mısırlı yazar Neval El Seddavi’nin, Sıfır Noktasındaki Kadın kitabına da şu özlü cümlesiyle bir gönderme yapayım “Bütün kadınlar yalanların, dolanların kurbanıydı.” Kitabın yazıldığı kırk yıl öncesine tezat, artık romanın distopik değil de feminist bakış açısıyla yazılmış toplumcu gerçekçi bir roman olduğunu söylemek daha doğru geliyor bana. Hiç kuşku yok ki, giderek otoriterleşen, girdiği girdapta, türlü sanrılar ile ataklar geçiren kapitalist sistemin ağaları /patronları da düzeni tehdit eden küçülmeyi böylesi bir kurguyla çözmek isterler. Yoksa, ilk seçildiğinde kadınlara yapacaklarına ilişkin tüm işaretleri veren ABD başkanını seçmeye doyamayan üniformalı adamların muradı başka ne olabilir ki? Dünyada doğurganlık oranı hızla azalıyor ve bu şimdiki düzen için her şeyden daha büyük bir tehdit. Doğurganlık oranının azaldığı bölgeler ise yaşlı nüfusun da arttığı orta-yüksek gelirli ülkeler. Meali; bu ülkelerin önce büyümeleri duracak sonra da küçülecekler. Birleşmiş Milletler'in (BM) "Dünya Nüfus Beklentileri"ne göre yaklaşık 2084 yılında küresel nüfus resmen azalmaya başlayacak. Pekiyi yaşamın tüm vahalarını üzerine kayıtlamak isteyen kapitalist dünya için nüfusun azalması neden bir felaket haberi… Ekonomistler buna cevap olarak doğurganlık oranı 1.3-1.5 arasına indiğinde ekonomisi buna koşut hızla küçülen Japonya örneğini veriyor. “Bu durumda büyümeye devam edecek olan ülkeler yalnızca umutsuzca fakir olanlar.” Yani, dünya açlık çeken bölgelerin olacak ve başladığımız yere döneceğiz. Ama BM’in bu raporu her güncellemesinde, küçülmenin hızlandığı ve öngörülen zamandan çok daha önce olacağı öngörülüyor. Yakın zamanda Londra'da düzenlenen bir araştırma sempozyumunda yapılan açıklamaya göre insanlık 2084'ten çok önce 2055'te, hatta daha erken bir tarihte küçülmeye başlayacak. Doğurganlık oranının en istikrarlı biçimde düştüğü ülkelerin başında ABD geliyor. Çalışamayacak, desteklenmesi gereken yaşlı ve kırılgan nüfus artarken, onları desteklemesi beklenilen genç-orta yaş nüfus üremek ile ilişkili beklentileri karşılayamıyor. Genç-orta yaş nüfusu bekleyen daha çok çalışıp, daha çok borçlanmak belki hiç emekli olamamak ve iyi bir yaşam süremeden yaşlanmak. Karşılaştırmalı olarak ABD’de doğurganlık oranı 1.6, Nijerya’da 6.1 iken, bu oranın en düşük olduğu Güney Kore’de 0.7. Türkiye’de bölgeler arası farklılık olmakla birlikte 2025 kaynaklı veriye göre bu oran şimdiye kadar olan en düşük düzeyinde ve 1.48 olarak kayıtlanmış. Bizdeki bölgesel farklılıklar da dikkat çekici, ilgili rapora göre; “Toplam doğurganlık hızının en yüksek olduğu il 2024 yılında 3,28 çocuk ile Şanlıurfa, bunu 2,62 çocuk ile Şırnak, 2,32 çocuk ile Mardin izliyor” Türkiye’de daha çok şehirler ve eğitimli kesim için doğurganlık hızının azaldığı anlaşılıyor. Çünkü doğurganlık oranı dünyada da bizde de ekonomik düzeyle ters orantılı. Yoksulluk derinleştikçe, kendisi ve doğacak bebeğinin canı pahasına, hem ölecek bebeklerinin telafisi hem her bir çocuk işgücü olacağı için daha çok çocuk doğuruyor. Yani, dünya yakın bir gelecekte açlık çeken bölgelerin olacak… İnsanlığın ortak bilicinden sökülüp atılmaya çalışan bölgeler geleceğin mimarı olacak. Bugünün tüm ayrıcalıkları, yarının açmazları olacak. Yaşamın bir diyalektik olduğunu, yapılanların er ya da geç yapan ve yapılan bakımından değiştirici sonuçları olacağını anlamazların bu açmaza vereceği telaşlı cevap insanı ürpertiyor elbet. Felsefeden, edebiyattan, sözün başlayıp vardığı yerden keyif aldığım orta yaşını süren arkadaşım olan adama. “Nasılsın, neler yapıyorsun?” diyorum. Buruk bir tebessümle son günlerde baş etmeye çalıştığı düş kırıklarından söz ediyor. “Neden, ne oldu” diyorum. “Genç kadınlar çok uçarı, tam düş kırıklığı” diyor. “Kız erkek fark etmez, üç dört çocuk istiyorum,onun için de genç kadın lazım”diye sürdürüyor konuşmasını. Şaşkınlıkla yüzüne bakıp sözü yeniden sohbeti sürdürebileceğimiz düzleme çekmeye çalışıyorum... “Zaman ne ilginç bir kavram değil mi belki de yalnızca zihinsel” diyorum. Neden zaman ile ilişkimi didiklediğimi bilmeden, sezmiş gibi tam yarama dokunan o bilge, olgun cevabı veriyor. “Var olan zamanı kavramakta yasın her türlüsü çok önemli” diyor. Bu cevabı veren adamın kendi kanını çok önemsediği için “yaşamdaki misyonum savaşçılar yetiştirmek” demesine anlam veremiyorum. “Var olan zamansal olandır demiş Heidegger” diyorum. “Zaman yalnızca olanı değil, olmayanı da var edendir “diye sürdürüyor. Öyle, olmayan da şu an benim düşüncelerimde, hislerimde, ben oldukça o da var. “Üç dört çocuk doğuracak kadını bulduğunda, ona dürüst ol bari” diyorum. Zannederim alındı çünkü bir daha aramıyor. Yaratan ve yazan insanlar, yalnızca zihinlerimizi birbirine akıtmıyor aynı zamanda zamanları kavuşturup sonsuzluğa kayıtlıyor. Bir gün sonsuzluğun içinde yüzlerce, onlarca yıl önceden bir ses yankılanıyor, bir söz kendini cümleye, sayfaya yazıyor. Sonra da kayıp hikâyeyi yazıyor. Kaynaklar 1.The Birth-Rate Crisis Isn’t as Bad as You’ve Heard—It’s Worse,Humanity is set to start shrinking several decades ahead of schedule.By Marc Novicoff, June 30, 2025,The Atlantic 2.