Ateşi gören göz toprağın dilini de öğrenir

A

Admin

Yönetici
Yönetici
Avustralya’nın güneyinde, adına "Yeşil Üçgen" dedikleri geniş bir coğrafyada, sanki kadim bir ormanın üzerine modern bir bilincin şefkatli gölgesi düşmüş gibi, sessiz bir devrim yaşanıyor. Bu devrimin merkezinde, ufku 360 derece tarayan, en ufak bir ısıyı veya dumanı kilometrelerce öteden fark eden kızılötesi ve optik sensörlerle donatılmış, ormanların teknolojik nöbetçi gözleri var. Fakat asıl maharet bu gözlerde değil, onların gördüğünü yorumlayan bulut tabanlı yapay zekâ zihninde. Bu zihin, bir duman desenini sisten veya buluttan ayırt etmeyi öğrenmiş ve her bir tespiti tecrübeli bir insan uzmanın onayına sunarak yanılma payını sıfıra yaklaştırıyor. Sistem tek bir kaynağa güvenmiyor; kamera görüntülerini uydulardan gelen beslemelerle, anlık rüzgâr ve nem bilgileriyle birleştirerek, yangının GPS koordinatlarını bir cerrah hassasiyetiyle noktasal olarak tespit ediyor. Ve en sonunda, bu bütüncül bilgi paketini saniyeler içinde sahadaki itfaiye ekiplerinin avucuna, bir telefon ekranına düşürüyor.

Bu serinkanlı ve akılcı haber, okyanusları aşıp bizim kıyılarımıza vurduğunda, zihinlerimizde bambaşka bir yangının, hafızamızdaki o çaresiz is kokusunun hatırasını alevlendiriyor. Avustralya’daki o soğukkanlı sistem, bize her seferinde acı bir gerçeği fısıldıyor: Felaketle mücadelenin en etkin yolu, o felaket anında gösterilen kahramanlık değil, felaketin hiç yaşanmaması için örülen akıl duvarıdır. Elbette Türkiye'de yangınlara müdahale, coğrafyanın sarp yapısı sebebiyle Avustralya'nın geniş arazilerinden farklı bir organizasyon gerektiriyor. Bu yüzden onların teknolojiye yatırımı, bizim için sadece bir ilham değil; coğrafi zorluklarımızı aşacak yerel çözümler üretme motivasyonu olmalı.

Bu başarı, aklımıza kaçınılmaz olarak o derin soruyu getiriyor: Sadece gökyüzünü ve dumanı değil, bizzat yerkabuğunun kendisini dinleyebilir miyiz? Bu, sadece bir teknolojiyi başka bir alana kopyalamak değil, bir tecrübeyi bilgeliğe dönüştürme meselesidir. Çünkü ateşi gören göz, toprağın dilini de öğrenir. Fay hatlarına gömülü hassas sismometreler, kayaçların kırılmadan önceki o belli belirsiz ‘iniltisini’, yani yerkabuğunun ilk ve en hızlı, ancak daha zararsız olan P-dalgası fısıltısını, onu takip eden asıl yıkıcı S-dalgası gelmeden önce yakalamaya; tıpkı bir doktorun stetoskopla bedeni dinlemesi gibi, o büyük kırılma anını saniyelerle de olsa öngörmeye çalışır.

İşte insan odaklı tasarım ve sosyal akıl tam da bu noktada devreye giriyor. Ve işin en çarpıcı yanı da bu: AFAD'ın sismik gücü ve operatörlerin hücresel yayın kabiliyeti sayesinde, bu "milli sinyali" üretecek altyapı zaten elimizde. Öyleyse asıl soru şu: Kendi milli irademizle, kendi verimizle vatandaşımıza ulaşma gücümüz varken, bu kabiliyetten neden bihaber yaşıyoruz? Yakın geçmişteki büyük depremde, uygulama tabanlı yabancı erken uyarı sistemlerinin nasıl sessiz kaldığını, en kritik anda milyonları habersiz bıraktığını acı bir şekilde tecrübe ettik. Oysa teknoloji, veriyi sadece karargâha değil, doğrudan tehdit altındaki insanın avucuna bırakmalıdır.

Bir vatandaşın cep telefonuna, en sessiz anında bile onu bir çığlıkla uyaracak "Şiddetli sarsıntı yaklaşıyor! Güvenli konuma geçin!" mesajı, Marmara Denizi'nde bir kırılma başladığında İstanbul'a 8-10 saniye, Adapazarı'na 15 saniye, Ankara'ya ise 30 saniyeden fazla bir zaman kazandırabilir. Bu kısacık süre, kitlesel bir kaçış için değil; doğalgaz ana vanalarını kapatacak, denizin altından geçen trenleri yavaşlatacak, fabrikalardaki hassas üretim bantlarını durduracak otomasyonun o sessiz kahramanlığı içindir. Bu, deprem sonrası yaşanabilecek yangın ve patlama gibi ikincil felaketleri önleyerek binlerce hayat kurtarmak demektir. Kazanılan daha uzun saniyeler ise milyonlarca insanın paniğe kapılmadan, eğitimini aldığı "Çök-Kapan-Tutun" hareketini uygulaması için paha biçilmez bir fırsattır.

Bu yüzden bugün yol ayrımındayız ve önümüzde iki senaryo duruyor: Ya her büyük felaketten sonra 'kader' deyip yaraları sarmaya devam edeceğiz ya da bugünden atılacak adımlarla Türkiye'yi, doğal afetleri önceden sezip hasarı en aza indiren bir 'Yüksek Teknoloji Afet Kalkanı'nı tam anlamıyla hayata geçirmiş, dünyanın örnek alacağı bir ülke haline getireceğiz.

Peki bu "Yüksek Teknoloji Afet Kalkanı" nasıl tamamlanacak? Bu kalkan, üç sağlam sacayağı üzerine kurulması gereken milli bir projedir: Birincisi, TÜBİTAK ve üniversiteler öncülüğünde, kurumlar arası veri silolarını yıkarak tüm sismik ve görsel verileri birleştiren bir "Veri Kubbesi". İkincisi, orman köylüsünden mahalle muhtarına kadar her vatandaşın gözlemini anlık bildireceği, böylece devletle millet arasında kopan güven bağını yeniden inşa edecek dijital bir "Yerel İrfan Ağı". Üçüncüsü ise geçmişin kırılgan teknolojilerinden ders alarak, Japonya’daki gibi hücresel yayın (Cell Broadcast) tabanlı, deprem anında on milyonlarca insana aynı anda ulaşabilen, şaşmaz bir "Milli Alarm Sistemi".

Avustralya, ormanlarına akıllı bekçiler diken bir zihinle geleceğe yürüyor. Bizim ise hem ormanlarımıza bekçi hem de toprağımıza kulak kesilecek bütüncül bir irfana ihtiyacımız var. Onlar ormanlarına 14 göz dikti. Bizimse 81 ile yayılmış 18.300 köyü ve milyonlarca haneyi koruyacak bir 'akıl ordusu' kurmaktan başka çaremiz yok. Çünkü gerçek irfan, felaketin gürültüsünü beklemek değil, sessizliğin içindeki o en hafif fısıltıyı duyabilmektir.
 
Geri
Üst