A
Admin
Yönetici
Yönetici
Akıl hastalığı veya akıl zayıflığı nedeniyle rıza gösterme yetisi bulunmayan bireyler, tıbbi müdahalenin en tartışmalı biçimi olan zorunlu tedavi uygulamalarına en sık maruz kalan grubu oluşturmaktadır. Bu kişilerin hem kendi güvenlikleri hem de toplumsal yarar gözetilerek, bazı durumlarda açık onamları olmaksızın kısıtlanmaları ve tedavi edilmeleri etik ve hukuki açıdan meşru kabul edilebilmektedir. Özellikle kendine ya da başkalarına zarar verme riski taşıyan bireylerin hastane, bakım evi veya rehabilitasyon kurumlarına yerleştirilmeleri çeşitli yasal düzenlemelere dayansa da; bu düzenlemelerin sınırları, uygulanma biçimi ve birey haklarına etkisi, tıp etiği ve tıp hukuku çerçevesinde ciddi tartışmaları beraberinde getirmektedir.
Akıl hastalığı bulunan bireylerin rıza dışı tedavilerine ilişkin hukuki düzenlemeler, Türkiye’de hem ulusal mevzuatta hem de uluslararası sözleşmelerde yer almakta; özellikle Anayasa, Türk Medeni Kanunu, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Biyoetik Sözleşmesi bu alandaki temel normatif kaynakları oluşturmaktadır.
Anayasa’nın 19. maddesi, toplum güvenliği gerekçesiyle belirli kişilerin, kanunda öngörülen sınırlar çerçevesinde, özgürlüklerinden yoksun bırakılabileceğini düzenlemektedir.
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesi, koruma amacıyla bireylerin özgürlüklerinin kısıtlanmasını düzenlemekte olup, kurumlara yerleştirme veya alıkoyma kararlarının yalnızca sınırlı ve açıkça belirtilmiş gerekçelere dayanabileceğini hükme bağlamaktadır. Bu gerekçeler arasında toplum için tehlike oluşturan akıl hastalığı, akıl zayıflığı, madde bağımlılığı, ağır bulaşıcı hastalıklar ve serserilik gibi durumlar yer almaktadır.
Biyoetik Sözleşmesi’nin 7. maddesine göre, tedavinin uygulanmaması halinde akıl hastası bireyin sağlığında önemli zararlar oluşacaksa, onamı olmaksızın tedaviye yönelik müdahaleler yapılabilir; bu maddede, kişinin toplum için tehlike oluşturması koşulu aranmamaktadır.
Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanması söz konusu olduğunda, öncelikli olarak bireyin kuruma yatırılması yerine ayakta tedavi imkânı değerlendirilmelidir. Zorla tedavi kararı alınmadan önce, bireye tedavi süreci hakkında kapsamlı bilgi verilerek rızası alınmaya çalışılmalı; rıza veremeyecek durumda olsa dahi, sürece katılımını sağlamak amacıyla görüşü alınmalıdır. Ancak birey tedaviye rıza göstermiyor ve tedavi edilmediği takdirde sağlık durumu ciddi şekilde kötüleşecekse, ayrıca kanunda öngörülen diğer şartlar da mevcutsa, bu durumda zorla tedavi, hukuken ve etik açıdan meşru bir koruma önlemi olarak kabul edilebilir.
Zorla tedavi uygulamalarında, hakkında kanunda belirtilen kısıtlılık kararı verilen bireyler, rızaları olmaksızın tam donanımlı sağlık kurumlarına yatırılmakta ve burada ıslahı ile tedavisi amaçlanmaktadır. Ancak, bir kişinin zorla yatırılması mutlaka tedavi gerekliliği anlamına gelmemekte; bu nedenle hekimler ve sağlık personelinin, özellikle acil durumlar dışında, zorla tedavi için mahkemeden ayrı bir karar talep etmeleri gerekmektedir. Yetkili sağlık profesyonelleri, gözlem süreci sonrası tedaviye uygunluk kararı verir ve bu doğrultuda mahkemeden zorla tedavi onayı alınmalıdır. Bu süreç, hem hastanın temel haklarının korunması hem de hukuki ve etik standartların sağlanması açısından büyük önem taşımaktadır.
1.Tıbbi Müdahalelerde Rıza Esası ve Zorla Tedavi Uygulamaları
Tıbbi müdahalelerde esas olan bireyin rızasıdır; bu rıza olmaksızın yapılan işlemler kural olarak hukuka aykırılık teşkil eder. Ancak, hukuki düzenlemelerde yer alan bazı istisnai durumlarda, bireyin rızası aranmaksızın müdahalede bulunulması mümkün olabilmektedir. Özellikle, rıza veremeyecek durumda olan bireylerin belirli şartlarla kısıtlanması ve zorla tedaviye tabi tutulması bu istisnalar arasında yer almaktadır. Bireyin vücut bütünlüğüne yönelik her türlü müdahale, yetkili sağlık personeli tarafından bilgilendirilerek alınmış açık onama dayanmalıdır; aksi hâlde bu tür uygulamalar hukuka aykırı müdahale niteliği taşır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadına göre, bir tıbbi müdahaleden önce bireye müdahalenin tüm öngörülebilir sonuçları hakkında eksiksiz ve anlaşılır şekilde bilgi verilmesi hekimlerin yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hâlinde, hastanın aydınlatılmış onamı sağlanmadan yapılan müdahaleler sonucunda doğabilecek zararlardan devlet sorumlu tutulabilmektedir. Anayasa Mahkemesi de bireysel başvuru kararlarında bu yaklaşımı benimseyerek, bilgilendirme ve onam süreçlerindeki eksiklikleri hak ihlali olarak değerlendirmiştir (AYM, 2015/11683; AYM, 2015/9714; AİHM, Şerif Gecekuşu/Türkiye, 28870/05).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında, tıbbi müdahalenin hukuka uygun kabul edilebilmesi için iki temel unsur öne çıkmaktadır: Müdahalenin yasal bir temele dayanması ve kişinin rızasının bulunması. Bu unsurların yokluğunda yapılan müdahale, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 8. maddesi kapsamında özel hayata saygı hakkının ihlali olarak değerlendirilmektedir. Nitekim AİHM, bazı kararlarında kolluk tarafından yürütülen işlemlerde dahi bireyin açık rızası olmaksızın yapılan jinekolojik muayeneleri sözleşmeye aykırı bulmuştur.
2.Zorla Yatış Süresi ve Hukuki Boşluklar: Türkiye’de Hasta Hakları Tehlikede!
Zorla yatış ve tedavi uygulamalarında, hastanın sağlık kuruluşunda ne kadar süreyle tutulabileceği hususu önemli bir hukuki sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Özgürlüğe doğrudan müdahale niteliğindeki bu uygulamanın, hukuka uygun hale getirilebilmesi için genellikle kişilerin hastaneye yatırılmasını takiben en geç 72 saat içinde mahkemeye başvurulması gerektiği kabul edilmektedir. Ancak Türkiye’de uygulamada bu sürecin oldukça değişken olduğu ve yasal bir üst sınırın bulunmadığı görülmektedir.
2013 yılında yayımlanan bir rapora göre, zorla yatış bildiriminin vesayet makamına yapılma süresi 48 saat ile 7 gün arasında değişmekte; mahkeme kararlarının ise çoğunlukla 2 ila 4 ay gibi uzun sürelerde verildiği saptanmıştır. Bu süre zarfında bireylerin, henüz mahkeme kararı bulunmaksızın kurumlarda tutulduğu ve tedaviye tabi tutulduğu belirtilmektedir. Ayrıca, bugüne dek mahkemelerce zorla yatış taleplerinin reddedildiğine dair herhangi bir örneğe rastlanmadığı ifade edilmiştir.
Mevzuatta kişinin kuruma yatırılmasına ilişkin azami bir süre öngörülmemekle birlikte, koruma amacının ortadan kalkmasıyla birlikte bireyin alıkonulma halinin de sona erdirilmesi gerektiği; aksi halde kişinin hukuka aykırı biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılacağı vurgulanmaktadır.
Zorla yatış uygulamalarının birey özgürlüğüne doğrudan müdahale niteliği taşıması nedeniyle, bu sürecin keyfiliğe yer vermeyecek şekilde yasal güvence altına alınması büyük önem taşımaktadır. Kişi haklarının ihlal edilmemesi için, ilk yatış süresi ile olası uzatma kararlarının mahkeme tarafından belirlenmesi ve her uzatma öncesinde hastalığın seyri uzman hekimlerce değerlendirilerek yargı denetimi sağlanmalıdır. Uluslararası uygulamalarda, bu tür kararların yasal sürelerle sınırlandığı ve örneğin bazı Avrupa ülkelerinde bireylerin kurumda tutulma süresinin 14 gün ile 9 ay arasında değişebildiği görülmektedir.
Oysa Türkiye’de bu konuda açık bir yasal düzenleme bulunmadığından, kişinin yatış süresine veya kurumdan çıkarılmasına ilişkin kararlar çoğunlukla tedaviyi yapan sağlık personeli veya kurum yönetimi tarafından verilmektedir. Bu uygulamada, mahkemeye başvurulmadan hastanın yakınlarının imzasıyla taburcu edilmesi gibi yöntemlere başvurulması ciddi hak ihlali risklerini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, uygulamadaki keyfiliğin önlenmesi, birey güvenliği ve hukuki öngörülebilirliğin sağlanması adına, zorla yatış süreçlerine ilişkin yasal çerçevenin açık ve bağlayıcı biçimde düzenlenmesi gerekmektedir.
3.Koruma Amacıyla Özgürlüğün Kısıtlanmasının Şartları
3.1.Hangi Sebeplerle Özgürlüğünüz Kısıtlanabilir?
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde kişilerin koruma amacıyla özgürlüğünün kısıtlanmasını gerektiren bazı durumlar sayılmış olmakla birlikte, bu durumların kapsamı ve sınırları açıkça tanımlanmamıştır. Maddede öncelikle “akıl hastalığı” ve “akıl zayıflığı” belirtilmiş, ancak bu kavramlara dair herhangi bir tanım yapılmamıştır. Söz konusu rahatsızlıkların varlığının tespiti ise uzman hekimlerin değerlendirmesine bırakılmıştır.
İkinci olarak, “alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı” kavramına yer verilmiş, ancak bağımlılığın hangi ölçütlere göre değerlendirileceği konusunda bir açıklama yapılmamış; bu da yine uzman kişilerin takdirine bırakılmıştır. Üçüncü olarak düzenlenen “ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalıklar” bakımından da, hangi hastalıkların bu kapsamda değerlendirileceği hususunda bir sınırlama getirilmemiştir. Yalnızca, hastalığın ağır tehlike oluşturması halinde müdahale edilebileceği belirtilmiştir.
Son olarak düzenlenen “serserilik” durumu da belirsizlik içermektedir; zira kanun koyucu bu kavramın kriterlerini açıklamamış, somut olayın özelliklerine göre hâkim veya yetkili uzman kişilerin değerlendirmesine bırakmıştır. Bu belirsizlik, TMK 432 kapsamında özgürlük kısıtlamasına konu olabilecek durumların uygulamada geniş yorumlara açık hale gelmesine neden olabilmektedir.
3.1.1.Akıl hastalığı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), akıl hastalığı bulunan bireylerin özgürlüklerinin kısıtlanmasına ilişkin önemli kriterler belirlemiş ve bunları içtihat haline getirmiştir. Winterwerp/Hollanda kararında (Başvuru No: 6301/73, 24.10.1979), Mahkeme bu tür durumlarda devletin başvurabileceği müdahalelerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 5. maddesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Bu bağlamda, "Winterwerp Kriterleri" olarak adlandırılan üç temel ölçüt belirlenmiştir:
1. Kişinin akıl hastalığına ilişkin resmi ve objektif bir tıbbi raporun bulunması,
2. Kısıtlamanın yalnızca son çare (ultima ratio) olarak uygulanması,
3. Alıkoymanın sürekliliği süresince hastalığın varlığını sürdürmesi.
Bu kriterler, akıl hastalığı sebebiyle yapılan özgürlük kısıtlamalarının keyfiliğe karşı korunmasında temel bir çerçeve sunmakta ve devletin yükümlülüklerini sınırlandırmaktadır. AİHS’in 5. maddesi de bu doğrultuda, kişinin akıl hastalığı sebebiyle alıkonulmasını hukuka uygun kabul edilebilecek istisnai bir durum olarak düzenlemiştir.
Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanabilmesi bakımından, bireyin akıl hastalığının süreklilik arz etmesi değil, bu hastalığın başkaları açısından tehlike oluşturup oluşturmadığı esas alınmalıdır. Dolayısıyla akıl hastalığı geçici olsa dahi, kişi çevresi için ciddi bir tehdit teşkil ediyorsa özgürlüğü kısıtlanabilir. Ancak hastalığın ortadan kalkması halinde, kişi artık alıkonulma koşullarını taşımayacağından, derhal serbest bırakılması gerekir. Burada vurgulanan nokta, süreklilik değil, mevcut hastalığın tehlike boyutudur. Hastalık sürdüğü sürece ve diğer yasal şartlar da sağlandığında, kişinin kısıtlanması mümkündür.
Zorla yatırma ve zorla tedavi uygulamaları, çoğunlukla akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunan bireyler üzerinde gerçekleştirilmektedir. Bu durum, uygulamada en fazla bu hasta grubunun özgürlüğünün kısıtlandığını ortaya koymaktadır. 2010 yılında bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde yürütülen bir araştırmada, altı aylık bir süre içerisinde yapılan istemsiz yatışlar, toplam hasta sayısının %13,1’ini oluşturmuştur. Öğretide bu oranın, sadece tek bir hastanede yapılan çalışma sonucu elde edilmiş olmasına rağmen, oldukça yüksek bir oran olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu bulgu, zorla yatış ve tedavi uygulamalarının ne denli yaygın ve sistematik olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Türkiye’de bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde gerçekleştirilen saha araştırmasında, zorunlu yatış uygulanan vakalar arasında şizofreni (%39) en sık görülen tanı iken, bunu bipolar bozukluk (%28) ve BTA (belirgin tanı almamış) psikoz (%10) takip etmektedir. Hastaların büyük bölümü zorunlu yatışa aile bireyleri veya yakınları tarafından sevk edilirken, bir kısmı da 112 acil servis aracılığıyla tedavi kurumuna ulaştırılmaktadır.
Türk Medeni Kanunu’nun 436/5. maddesi, akıl hastalığı nedeniyle bir kimsenin kısıtlanmasına karar verilebilmesi için resmî bir sağlık raporunun alınmasını şart koşmaktadır. Her ne kadar kısıtlama kararı verecek olan hâkim bu raporla bağlı olmasa da, akıl hastalığı gibi uzmanlık gerektiren teknik bir konuda gerekirse yeni bir rapor alınmalı ve önceki raporla çelişmediği sürece esas alınmalıdır. Raporlar arasında herhangi bir tutarsızlık olması hâlinde, hâkimin gerek görmesi durumunda adli tıp kurumlarından ek rapor ya da görüş istemesi mümkündür. Hâkim, kararını vermeden önce tüm kuşkuları gidererek, konuyu ayrıntılı biçimde araştırmakla yükümlüdür. Kişinin akıl hastalığı durumu yalnızca tıbbi raporlarla değil, tanık anlatımları ve diğer delillerle de desteklenerek ortaya konmalı; ardından kişinin kendisine ya da başkalarına zarar verme tehlikesi taşıyıp taşımadığı değerlendirilerek vesayet altına alınması yoluna gidilmelidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Megyeri v. Almanya davasında (Başvuru No: 13770/88, 12.05.1992) akli dengesi bozuk bir kişinin zorunlu olarak psikiyatri kurumunda tutulmasının, kişinin durumunun düzenli olarak denetlenmemesi nedeniyle hukuka uygunluğunun sorgulanabileceğine hükmetmiştir. Mahkeme, böyle durumlarda bireyin makul aralıklarla mahkemeye başvurarak özgürlüğünün kısıtlanmasının denetlenmesini talep etme hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Kararda özellikle, kısıtlama kararlarının periyodik olarak gözden geçirilmesinin ve kişinin durumundaki değişikliklerin derhal değerlendirilmesinin zorunlu olduğu vurgulanmıştır. Bu yaklaşım, kişinin hukuki güvenliğinin sağlanması ve keyfi alıkonmaların önlenmesi açısından temel bir prensip olarak kabul edilmektedir.
3.1.2.Akıl Zayıflığı
Özgürlüğün kısıtlanması sebeplerinden biri de akıl zayıflığıdır. Akıl zayıflığı, akıl hastalığından farklı olarak ruhsal bir bozukluk değil, zihinsel fonksiyonların eksikliği veya yetersiz gelişimi durumudur. Bu kavram, akıl hastalığının hafif bir formu olmayıp, kendi özgün niteliklerine sahiptir. Akıl zayıflığı hem doğuştan kaynaklanabilir hem de yaşamın ilerleyen dönemlerinde ortaya çıkabilir.
3.1.3.Ağır Tehlike Arz Eden Bulaşıcı Hastalık
Türk Medeni Kanunu’nda, hastalığın sadece bulaşıcı olması değil, “ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalık” olması esas alınmıştır. Kanun maddesinde spesifik örnekler verilmemekle birlikte, bu nitelendirmeyi yapacak olan yetkili ve uzman hekimlerdir. Dolayısıyla, bir kişinin ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalık nedeniyle özgürlüğünün kısıtlanabilmesi için, ilgili sağlık uzmanlarından alınacak rapor ve görüşler zorunludur.
Türk Medeni Kanunu’na göre, bir kişinin kısıtlanabilmesi için hastalığın ağır tehlike arz etmesi ve toplum açısından risk oluşturması gerekmektedir. Ayrıca, bu koruma ancak başka bir yöntemle sağlanamıyorsa, yani son çare olarak uygulanmalıdır. Bu koşullar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kamu sağlığı için tehlike ve müdahalenin gerekliliği kriterleriyle paralellik göstermektedir; zira Mahkeme, hastalığın yayılmasının daha hafif tedbirlerle önlenebileceği durumlarda kısıtlamanın hukuka uygun olmadığını vurgulamaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinin (e) bendinde, bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek amacıyla, hastalığı taşıyabilecek kişilerin yasalar çerçevesinde özgürlüklerinin kısıtlanabileceği hükme bağlanmıştır. Bu düzenleme, bireyin özgürlüğünün kısıtlanabilmesi için üstün kamu yararının varlığını zorunlu kılmaktadır. Güncel örnekler olarak, zorunlu aşı uygulamaları, karantina tedbirleri ve sokağa çıkma yasakları gibi önlemler gösterilebilir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bulaşıcı hastalıklar nedeniyle özgürlüğün kısıtlanmasında iki temel kriteri esas almaktadır: bulaşıcı hastalığın kamu sağlığı açısından tehlike arz edip etmediği ve uygulanan tedbirin son çare (ultima ratio) olup olmadığıdır. Mahkeme, Enhorn/İsveç davasında (Başvuru No: 71555/01, 16.10.2001) HIV pozitif bir bireyin hastalığını partnerine bulaştırması üzerine özgürlüğünden yoksun bırakılmasını değerlendirmiştir. AİHM, başvurucuya öncelikle psikiyatrik veya alkol tedavisi uygulanmadan kısıtlanmasının, tedbirin son çare niteliğinde olmadığını belirterek AİHS’in ihlal edildiğine hükmetmiştir
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), zorunlu aşılama uygulamalarına ilişkin değerlendirmelerinde, insan hakları ihlali iddialarını detaylı şekilde incelemiştir. Carlo Boffa ve diğer 13 başvuran / San Marino davasında (Başvuru No: 26536/95, 15 Ocak 1998), zorunlu aşının çocuğun yaşam hakkını (AİHS Madde 2) tehdit etmediği gerekçesiyle başvuru reddedilmiştir. Ayrıca, zorunlu aşının özel hayata saygı hakkını (AİHS Madde 8) ihlal etmediği, müdahalenin kamu yararına ve orantılı olduğu belirtilmiştir.
Benzer şekilde, Solomakhin / Ukrayna davasında (Başvuru No: 24429/03, 15 Mart 2012), başvuran zorunlu difteri aşısı sonrası sağlık durumunun kötüleştiğini iddia etmiş ancak Mahkeme, kamu yararını gözeten yasal düzenlemelerin varlığı ve başvurana ait sağlık durumunun aşı sonrası kötüleştiğine dair yeterli delil olmaması nedeniyle hak ihlali tespit etmemiştir.
AİHM kararları genelinde, ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalıklar sebebiyle zorunlu tedaviye tabi tutulan kişilerin, tedavi nedeniyle zarar gördüğüne dair somut ve kesin bir delil sunulamaması halinde; toplumun ve kamunun yararının gözetilmesi ve uygulamanın kanunlarla düzenlenmiş olması şartıyla, bu tür müdahalelerin insan hakları ihlali oluşturmadığı kabul edilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin salgın hastalıklar konusundaki kararlarında (AİHM, Enhorn/İsveç, Başvuru No: 71555/01) değerlendirdiği temel husus, uygulamanın tedavi gereği mi yoksa sosyal politika sonucu mu olduğudur. Mahkeme, gereklilik ölçütünü titizlikle ele alarak, her vaka için “Hastalık kamu sağlığı açısından tehlikeli midir?” ve “Bu hastalığın yayılmasını daha az müdahaleci tedbirlerle önlemek mümkün müdür?” sorularını temel kriter olarak belirlemiştir.
3.1.4.Serserilik
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), De Wilde, Ooms ve Versyp kararında (Başvuru No: 2832/66, 2835/66, 2899/66, 18 Haziran 1971, Seri A No.12, §§68-69) Belçika Ceza Kanunu’nun 347. maddesindeki serserilik tanımına atıfta bulunmuştur. Buna göre serserilik, “sabit ikametgahı, düzenli geliri, işi veya mesleği olmayan kişi” olarak tanımlanmakta ve AİHM, bu tanımın sağlanması durumunda kişinin kısıtlanmasının mümkün olduğunu kabul etmektedir. Ayrıca serserilik, kişinin “başıboş veya kontrolsüz” olması ve bu durumdan habersiz bulunması şeklinde de tanımlanmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bazı kararlarında (AİHM, Guzzardi/İtalya, §97 vd.) kişinin yalnızca mafya üyesi olması veya işsiz olması nedeniyle özgürlüğünün kısıtlanmasının hak ihlali sayıldığı belirtilmiştir. Özgürlüğün kısıtlanabilmesi için, kişinin düzensiz yaşam tarzı nedeniyle hem kendisine hem de çevresine zarar verme riski taşıması ve tedavi ile ıslah gereksiniminin bulunması gerekmektedir. Serserilik kavramının nasıl belirleneceğine dair yasal bir hüküm olmamakla birlikte, diğer kısıtlama nedenlerinde aranan resmi sağlık raporu serserilik haline ilişkin düzenlemede öngörülmemiştir.
3.2.Toplum İçin Tehlikelilik Oluşturma
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde yer alan “...toplum için tehlike oluşturan...” ifadesi, kişinin kısıtlanmasında sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumun güvenliği ve menfaatinin öncelikli olarak gözetildiğini göstermektedir. Bu düzenleme, kısıtlama kararlarının toplumsal yarar çerçevesinde alınması gerektiğini vurgular.
3.3.Ergin Olma
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde yer alan “…her ergin kişi…” ifadesiyle, korunması amacıyla özgürlüğü kısıtlanacak kişilerin ancak ergin bireyler olabileceği belirtilerek, kısıtlamanın kapsamı konusunda sınırlama getirilmiştir. Bu hüküm, kısıtlama tedbirinin uygulanacağı kişilerin yaş bakımından belirlenmesine imkân tanımaktadır.
3.4.Kişisel Korunmasının Başka Şekilde Sağlanamaması
Kişinin korunması, tedavisi veya ıslahı, özgürlüğünün kısıtlanması dışında başka bir yöntemle sağlanamıyorsa, yani zorunlu ve kaçınılmaz hallerde özgürlüğünün kısıtlanmasına karar verilmelidir. Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinin ikinci fıkrasında, bu kararda kişinin çevresine getirdiği külfetin de dikkate alınacağı belirtilmektedir. Bu hüküm, kişinin bakımının çevresindeki bireyler üzerinde psikolojik ve ekonomik yük oluşturması durumunda, özel koruma tedbirlerinin gerekliliğini vurgulamaktadır.
Esas olan, kişinin menfaatine en uygun tedavi yönteminin belirlenmesidir; zorla yatırma ve zorla tedavi ancak bu yöntem en iyi seçenek olarak değerlendirildiğinde uygulanmalıdır. Ayırt etme gücüne sahip olmayan hastalar için genellikle aile ve yakınlarından bilgi alınsa da, bilgi verenlerin talebi tek başına zorla yatırma gerekçesi olamaz. Hekim veya sağlık personeli, hasta hakkında rapor hazırlarken hasta yakınlarının veya yasal temsilcilerin ifadelerine şüpheyle yaklaşmalı; kişinin hakları korunarak, en az zarar göreceği ve örselenmeden tedavi olmasını sağlamaya özen göstermelidir.
3.5. Zorla Kuruma Yerleştirme ve Alıkonulma: Elverişli Kurum Kriterleri Nelerdir?
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde geçen “elverişli kurum” ifadesi, kavramsal olarak açık bir tanımlamaya sahip olmamakla birlikte, uygulamada kişinin korunma, tedavi veya ıslah amacına en uygun kurumsal yapıyı ifade etmektedir. Bu bağlamda elverişlilik, sabit bir kurumsal yapıdan ziyade, kişinin içinde bulunduğu durumun özelliklerine göre dinamik olarak belirlenmesi gereken bir ölçüttür.
Kısıtlama sebebine göre değişkenlik gösteren bu kurumlar arasında bakım evleri, yatılı sosyal hizmet kuruluşları, psikiyatri klinikleri ya da alkol ve uyuşturucu bağımlılığı tedavi merkezleri yer alabilir. Ancak bir kurumun “elverişli” sayılabilmesi için yalnızca işlevsel bir kategoriye dâhil olması yeterli değildir. Kurumun, kısıtlanan kişinin bireysel sağlık, bakım ve güvenlik gereksinimlerini karşılayacak kapasitede olması; nitelikli personel bulundurması ve yaşam koşulları bakımından temel insani ihtiyaçları sağlayabilmesi gerekmektedir.
Dolayısıyla “elverişli kurum” ifadesi, her somut olayda bireysel koşulların dikkate alındığı, kişi merkezli bir değerlendirme gerektiren ve öznel unsurlar taşıyan normatif bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Elverişli kurumun nitelikleri, gerek ulusal hukukta gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadında, bireyin özgürlüğünün kısıtlanmasının meşruiyeti açısından belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 21.10.2009 tarihli ve 2009/13-393 E., 2009/452 K. sayılı kararında; intihar riski taşıyan bir hastaya, koruma altında tutulduğu kurum tarafından uygun bir odanın tahsis edilmemesi sonucu gerçekleşen ölüm olayında kurumu sorumlu tutmuş ve kusurlu bulmuştur. Karar, koruma altındaki bireylere ilişkin devletin pozitif yükümlülüğünü ve kurumun uygun fiziki şartları sağlama sorumluluğunu vurgulamaktadır.
AİHM de benzer şekilde, özgürlüğü kısıtlanan bireylerin tutulduğu kurumların sadece "tedavi amacıyla" değil, aynı zamanda insan onuruna uygun yaşam koşullarını sağlayacak şekilde yapılandırılması gerektiğini belirtmektedir. Örneğin, O.H./Almanya davasında (Başvuru No: 4646/08, Karar Tarihi: 24.11.2011), Mahkeme, kişilerin “hastane, klinik veya bu kişileri tutma konusunda yetkilendirilmiş özel kurumlar”da barındırılması gerektiğini açıkça ifade etmiştir.
Stanev/Bulgaristan kararında (Başvuru No: 36760/06, Karar Tarihi: 17.01.2012), başvurucunun tutulduğu kurumun pis, bakımsız ve insan onuruna aykırı koşullarda olması nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin madde 5 (özgürlük ve güvenlik hakkı) hükmünün ihlal edildiğine karar verilmiştir. Mahkeme, bu kararında yalnızca bireyin fiziksel olarak alıkonulmasının yeterli olmadığını, aynı zamanda kurumun yaşam koşullarının ve sağlanan bakımın da özgürlük hakkının korunması bakımından değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, bireyin özgürlüğünün kısıtlandığı kurumların “elverişli” sayılabilmesi için yalnızca hukuken yetkili olması yeterli olmayıp, aynı zamanda bireyin fiziksel, psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilecek nitelikte olması gerekmektedir. Bu yaklaşım hem Türk hukukunda hem de AİHM kararlarında istikrarlı biçimde benimsenmektedir.
4. Özgürlüğün Kısıtlanmasında Yetkili Mahkeme Hangisidir? TMK’ya Göre Süreç ve Tahliye Kararları
Türk Medeni Kanunu kapsamında koruma amacıyla bireyin özgürlüğünün kısıtlanmasına karar verme yetkisi, vesayet makamı sıfatıyla sulh hukuk mahkemesine aittir. Bu konuda yetkili mahkeme kural olarak bireyin yerleşim yerinde bulunan sulh hukuk mahkemesidir. Ancak, gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, bireyin fiilen bulunduğu yer sulh hukuk mahkemesi de yetkili kabul edilmektedir.
Kişinin özgürlüğünün kısıtlanmasına dayanak olan şartların ortadan kalkması durumunda, örneğin tedavi gerekliliğinin sona ermesi ya da koruma ihtiyacının kalmaması hâlinde, birey derhal tutulduğu kurumdan çıkarılmalıdır. Bu durumda tahliye kararı da yine koruma amacıyla özgürlüğü kısıtlayan vesayet makamı tarafından verilmelidir.
5. Zorla Tedavi Kararına Kim, Nasıl İtiraz Edebilir?
Koruma amacıyla verilen kısıtlılık kararına karşı, kısıtlanan kişinin kendisi, yakınları veya yasal temsilcisi mahkemeye başvurarak itiraz edebilir. Türk Medeni Kanunu bu konuda açık bir sınırlama getirmemiştir. “Yakın” kavramı, somut olayın koşullarına göre esnek şekilde değerlendirilmektedir. Nitekim arkadaş, akraba, öğretmen veya psikolog gibi bireyle anlamlı ve kişisel bir ilişkisi bulunan kişiler bu kapsamda "yakın" olarak kabul edilebilir.
Öte yandan, kısıtlanan kişi veya yasal temsilcisi, kısıtlamanın hukuka aykırı olduğunu ya da kişinin zorla tedavi sürecinde zarar gördüğünü ileri sürüyorsa, bu durumda maddi ve manevi tazminat davası açma hakkına sahiptir. Ayrıca, ihlale neden olan sağlık personeline karşı ceza hukuku kapsamında suç duyurusunda bulunularak adli süreç başlatılabilir.
Her ne kadar kısıtlılık kararına karşı başvurulacak itiraz makamı açıkça düzenlenmemiş olsa da, doktrinde ve uygulamada bu yetkinin, kararı veren vesayet makamının bağlı olduğu denetim makamına ait olduğu kabul edilmektedir. Bu yaklaşım, Türk Medeni Kanunu’nun 435. maddesinde yer alan düzenlemeye dayanmaktadır.
6. Zorla Tedavide Sınırlar Ne? Usule Uygunluk Zorunluluğu
Türk Medeni Kanunu’nun 436. maddesi, kısıtlılık sürecinde kişiye ve/veya yakınlarına yapılacak bildirimlerin usulü ve mahkeme denetimiyle ilgili yükümlülükleri düzenlemektedir. Maddenin ilk fıkrasında, kısıtlılık kararının gerekçeleri hakkında kişinin kendisine ya da yakın çevresine ayrıntılı ve yazılı bildirim yapılması gerektiği açıkça belirtilmiştir. Bu bildirimin, hem vesayet makamı hem de ilgili uzman hekimler tarafından gerçekleştirilmesi esastır. Şayet kısıtlanan kişi kararın içeriğini algılayabilecek durumda değilse, bilgilendirme yükümlülüğü yakınları veya yasal temsilcilerine yöneltilmelidir.
İkinci olarak, kısıtlanan bireyin bir kuruma yerleştirilmesi, kurumda alıkonulması ya da kurumdan çıkarılma talebinin reddedilmesi durumlarında, kişiye karara karşı 10 gün içinde itiraz etme hakkı bulunduğu yazılı olarak bildirilmelidir. Bu bağlamda bireyin itiraz hakkı konusunda açık, anlaşılır ve bilinçlendirici bir şekilde aydınlatılması, Anayasa ve insan hakları ilkeleri gereği zorunludur. Maddede geçen “derhal” ifadesi, bildirimin gecikmeksizin yapılması gerektiğini ve konunun ivediliğini vurgular niteliktedir.
Üçüncü olarak, bireyin kuruma yerleştirilmesi, alıkonulması veya çıkarılması gibi işlemler mahkeme kararına bağlı hâle getirilmiş; bu işlemler mümkün olan en kısa sürede vesayet makamı olan sulh hukuk mahkemesine bildirilmelidir. Aynı ilke, bireyin kuruma yerleştirilmesine gerek kalmaması durumunda da geçerlidir. Bu durumda da ilgili mahkeme derhal bilgilendirilmeli ve kişi kurumdan çıkarılmalıdır. Yetkili mahkeme, kural olarak kişinin yerleşim yerindeki sulh hukuk mahkemesidir; ancak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde kişinin bulunduğu yer mahkemesi de yetkili olabilir.
Yargıtay içtihatları, koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanmasına ilişkin davalarda hem delillerin değerlendirilmesi hem de usul hükümlerine uyulması gerektiğini açık biçimde ortaya koymaktadır. Özellikle tanık dinlenmesi, raporlar arasındaki çelişkilerin giderilmesi ve resmî sağlık raporuna dayanılması, yargılamanın hukuka uygun yürütülmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
Yargıtay’ın 18. Hukuk Dairesi tarafından verilen 2016/6467 E., 2016/9883 K., 20.06.2016 T. sayılı kararda, basit yargılama usulüne tabi olmasına rağmen, kişinin dinlenmeden karar verilmesini usule aykırı bulmuş ve hükmü bozmuştur. Bu karar, kişisel hak ve özgürlüklerin korunmasında dinlenilme hakkının ne denli önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 06.03.2003 tarihli ve 2003/1622 E., 2003/2977 K. sayılı kararında, sulh hukuk mahkemesinin, eşinin kronikleşen akıl hastalığı nedeniyle dava açan başvurucunun sunduğu tanıkları dinlememesi ve buna gerekçe göstermemesi, yargılamanın eksik yürütüldüğü şeklinde değerlendirilmiştir. Aynı kararda, iki farklı sağlık kurumundan alınan raporlar arasındaki çelişkinin giderilmeden hüküm kurulması da açık bir usul hatası olarak kabul edilmiştir.
Buna benzer şekilde, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 2013/15986 E., 2013/21965 K., 26.09.2013 T. sayılı kararında, TMK’nın 405. maddesi uyarınca yapılması gereken resmî sağlık araştırması ve rapor temin edilmeden verilen kısıtlılık kararının hukuka aykırı olduğu ifade edilmiştir.
Bu kararlar ışığında, kısıtlılık davalarında gerek maddi gerçekliğin ortaya çıkarılması gerekse temel hak ve özgürlüklerin korunması adına, mahkemelerin usul hükümlerine sıkı sıkıya riayet etmesi gerektiği açıktır.
Türk Medeni Kanunu’nun 436/6. maddesi, kısıtlanma sürecinde sağlık raporu düzenlenmesi için gerekli biyolojik örneklerin (kan, kıl vb.) kişiden alınabileceğini ve bu ön hekim raporuyla kişinin en fazla yirmi gün süreyle kurumda tutulabileceğini hükme bağlamaktadır. Maddenin devamında, bu kararların uygulanması sırasında zor kullanma yetkisinin olduğu, ancak bu yetkinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasa ve insan onuruna aykırı olmaması gerektiği açıkça belirtilmiştir.Ayrıca, maddede karar verilirken kişinin dinlenmesi zorunluluğu vurgulanmakta, kuruma yerleştirilmesine karar verilen kişinin kurumdan çıkarılması taleplerinde hâkimin kişiyi dinleyerek karar vermesi gerekliliği ifade edilmektedir. Bu şekilde kısıtlı kişi sürece dahil edilerek haklarının korunması amaçlanmaktadır. Maddenin son kısmında, kişinin talebi halinde maddi yetersizlik nedeniyle mağduriyet yaşamaması için adli yardım imkânı sağlanabileceği belirtilmiştir. Böylece, sürecin hem hakkaniyet hem de sosyal adalet ilkeleri çerçevesinde yürütülmesi teminat altına alınmıştır.
7.Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) Kapsamında Zorla Tedavi
AİHM, özgürlüğün kısıtlanmasında özellikle akli dengesinin yerinde olmadığı durumlarda üç temel şartı aramaktadır: Güvenilir uzman doktor raporu ile kişinin akli dengesinin bozuk olduğunun tespiti, akıl hastalığının zorunlu kapatmayı gerektirecek derecede ağır olması ve kısıtlılık halinin hastalığın kalıcılığına bağlı olarak devam etmesidir.
AİHM kararları, zorla tedavi ve koruma amaçlı özgürlük kısıtlamalarının; işkence yasağı, özgürlük ve güvenlik hakkı, adil yargılanma hakkı ile özel ve aile hayatına saygı gibi temel insan hakları bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Müdahalenin ölçülü, orantılı ve zorunlu olması, Mahkeme içtihatlarında sıkça altı çizilen bir ilkedir.
Örneğin, AİHM bir kararında, alkol bağımlısı olan kişinin polis tarafından evine bırakılabileceği halde zorla tedavi kurumuna götürülmesinin hak ihlali sayılabileceğine hükmetmiştir. Bu içtihatlar doğrultusunda, zorla yatırma ve zorla tedavi ancak "son çare" olarak uygulanmalıdır.
AİHM’nin Matter/Slovakya kararında (Başvuru No: 31534/96, 5 Temmuz 1999) akıl hastalığı nedeniyle kısıtlı olan kişinin, kısıtlılığın kaldırılması talebiyle açtığı davada, mahkemenin görevlendirdiği uzmana muayene olmayı reddetmesi üzerine zorla muayene edilip iki hafta süreyle hastanede alıkonulması konusu değerlendirilmiştir. Mahkeme, kişinin kısıtlılık sebeplerinin makul sürede incelenmesi gerektiğini; kısıtlılık sebepleri ortadan kalktığında kişinin talebi halinde derhal taburcu edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. İlk derece mahkemesinin uzman tayin edip gönüllü muayeneye sevk etmesi, başvuranın muayeneye gitmemesi üzerine zorla alıkonulmasını ise son çare (ultima ratio) olarak değerlendirerek hak ihlali kararı vermemiştir.
AİHM, Gennadi Naumenko v. Ukrayna davasında (Başvuru No: 42023/98, 10 Şubat 2004) cezaevinde akıl hastalığı belirtileri gösteren bir kişinin psikiyatrik tedavi ve ilaç uygulanmasının AİHS’nin 3. maddesine aykırı olmadığına karar vermiştir. Kararda, başvuranın ciddi ruhsal hastalık geçirdiği, iki kez intihar girişiminde bulunduğu ve bu nedenle tedaviye başlandığı belirtilmiştir. Sağlık raporlarında kişinin tedaviye rızasının net olmaması ve tedavinin hatalı ya da yan etkisinin bulunmaması gerekçeleriyle hak ihlali bulunmamıştır.
AİHM’nin Lashin/Rusya kararında, şizofreni hastası bir kişi, Rus mahkemelerinin kendisini kısıtlayıp zorla psikiyatri hastanesine yatırdığını ve itiraz hakkı bırakmadığını, ayrıca evlenmesine engel olunduğunu ileri sürmüştür. Mahkeme, kararın gözden geçirilmemesi ve itiraz yollarının bulunmaması nedeniyle AİHS’nin 5. maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiştir. Kararda, kişinin hastanede kaldığı süre boyunca belirli aralıklarla kontrol edilmesi ve durumun ortadan kalktığında derhal serbest bırakılması gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca, kişinin çıkış talebinde bulunabilmesi için açık bir yol gösterilmediği ve sağlık durumunun yetkililerce düzenli olarak değerlendirilmediği belirtilmiştir. Bu durumun kişinin özgürlüğüne ve beden bütünlüğüne doğrudan saldırı olduğu kabul edilmiştir. Zorla tedavi edilen kişilerin talep üzerine ya da periyodik olarak kontrol edilmesi zorunludur.
AİHM’nin Schneiter/İsviçre kararında, başvuranın çeşitli manik bozukluklar ve uyuşturucu bağımlılığı bulunduğu, hem kendisi hem de çevresindekiler için tehlike oluşturduğu tespit edilmiştir. Başvuranın önceki dönemlerde babasıyla kavga ettiği ve bir sağlık görevlisinin yüzüne zarar vermeye çalıştığı olaylar da göz önüne alınmıştır. Mahkeme, tedavisinin sağlanması amacıyla psikiyatri hastanesine yatırılmasının hak ihlali teşkil etmediğine karar vermiş ve başvuruyu reddetmiştir.
AİHM’nin Aerts/Belçika kararında, cezaevinin psikiyatri servisini kişinin tedavisinin yapılması için elverişli bir kurum olarak kabul etmeyerek bu durumun hak ihlali teşkil ettiğine hükmetmiştir.
Benzer şekilde, Nielsen/Danimarka (28.11.1998) ve Nowicka/Polonya (03.12.2003) kararlarında, komşusuyla kavga eden başvuranın psikiyatrik tetkiklerinin yapılması amacıyla 85 gün boyunca hastanede tutulmasının AİHS’nin 5/1. maddesine aykırı olduğuna karar verilmiştir.
AİHM’nin Pleso/Macaristan kararında (02.10.2012), bir kişinin sağlığının kötüye gitmesini önlemek amacıyla, istemi dışında zorla akıl hastanesine gönderilmesinin haklı gerekçelerle desteklenmediği ve bu nedenle AİHS’nin 5/1. maddesinin ihlal edildiği belirtilmiştir. Kararda, kişinin kendi geleceğini belirleme hakkının engellendiği ve tedaviye rıza gösterme hakkının göz önünde bulundurulmadan zorla tedavi uygulandığı vurgulanmıştır. Mahkeme, bu hakkın yalnızca hastaya ait olduğunu ve başkaları tarafından kullanılamayacağını açıkça ifade etmiştir.
Genel olarak AİHM kararları, kişinin kısıtlılık sebebinin kesin ve uygun makamlarca tespit edilmiş olması gerektiğini ve bu tespitin temel ölçüt olduğunu ortaya koymaktadır.
8. Ruh Sağlığı ve Kamu Sağlığı Arasında Sıkışan Haklar: Türkiye’de Zorla Tedavi ve Hukuki Mevzuatın Eksiklikleri
Türkiye’de zorla tedaviye en çok maruz kalan grup, akıl hastaları ve akıl zayıflarıdır. Bu kişilerin rızasının alınmasının mümkün olmadığı durumlarda, kendilerine ve çevrelerine zarar vermemeleri amacıyla kısıtlanmaları ve gerekirse zorla tedavi edilmeleri gerekmektedir. Ancak, ülkemizde ruh sağlığını özel olarak düzenleyen bağımsız bir yasa bulunmaması, uygulamada farklılıklar ve hak ihlallerine yol açmaktadır.
Kısıtlılık kararlarının mahkemeden geç çıkması, yaşama hakkı, vücut bütünlüğü ve özgürlük gibi temel hakların ihlal edilme riskini artırmaktadır. Bu nedenle, ruh sağlığı alanında ulusal ve uluslararası hukuka uygun özel bir mevzuat çıkarılması zorunludur. Bu yasa ile akıl hastalarının zorla tedavi edilme şartları, karar verecek makamlar, yatırma ve tedavi süreleri ile durumun periyodik değerlendirilmesi gibi hususlar netleştirilmelidir.
Türkiye’de kısıtlılık kararları mahkeme kararıyla verilirken, sürecin uzaması nedeniyle çoğunlukla hekim raporu temelinde acil yatış ve tedavi uygulanmaktadır. Burada, zorla tedavi ihtiyacının kaç gün içinde objektif şekilde değerlendirileceğinin belirlenmesi hayati önem taşımaktadır; aksi takdirde kişinin süresiz olarak zorla tutulması ve tedavi edilmesi riski vardır. Ayrıca, tedavi ihtiyacının ve zorla tutmanın devam edip etmediğinin hangi periyotlarda yeniden inceleneceği açıkça kanunda düzenlenmeli ve mahkeme kararlarında belirtilmelidir. Bu, yalnızca akıl hastalığı ve akıl zayıflığı için değil, diğer kısıtlılık halleri için de temel bir garanti olarak uygulanmalıdır. Aksi halde, kişinin rızası olmaksızın özgürlüğünün hukuka aykırı şekilde kısıtlanması ve zorla tutulması söz konusu olabilir.
Türkiye’de bu alandaki en kapsamlı çalışma olan Türk Psikiyatri Derneği’nin Ruh Sağlığı Kanun Tasarısı ise henüz yasalaşmamış olup, bu boşluk kurumlar ve hastaneler arasında farklı uygulamalara ve hak ihlallerine neden olmaktadır.
Ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalıklar konusu, özellikle Covid-19 pandemisiyle birlikte Türk hukukunda yeniden önem kazanmış ve mevcut mevzuattaki boşluklar ortaya çıkmıştır. Günümüzde salgın hastalıklarla mücadelede başvurulan 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, çağın gereksinimlerine yanıt verememekte; Covid-19 sürecinde ise çözüm arayışları Cumhurbaşkanlığı Kararnameleriyle geçici olarak karşılanmaya çalışılmıştır.
Bu alandaki temel sorunlardan biri de, ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalıkların tanımına ilişkin belirsizliktir. Örneğin, kanun gerekçesinde yer alan AIDS, güncel tıbbi veriler ışığında kolay bulaşmaması sebebiyle, kişinin karantinaya alınması veya zorla yatırılmasının hukuka aykırı olabileceği değerlendirilmelidir. Öte yandan, kanunda ismi geçmeyen ancak günümüzde salgınlara neden olan Koronavirüs ve varyantlarının da açıkça tanımlanarak yasa kapsamına dâhil edilmesi ve uygulanacak tedbirlerin esaslarının belirlenmesi gerekmektedir.
AIDS gibi toplum sağlığı açısından ağır tehlike oluşturmayan bulaşıcı hastalıkların kanun kapsamı dışında tutulması ve yalnızca gerçek anlamda kamu sağlığını tehdit eden hastalıkların bu düzenlemelere tabi olması hukuk güvenliği açısından önem arz etmektedir. Böylelikle salgın hastalıklarla mücadelede hem bireysel haklar korunacak hem de kamu yararı dengeli biçimde gözetilecektir.
Karantina, zorla aşı ve zorla tedavi uygulamaları, bireyin özgürlüğü ve kendi geleceğini belirleme hakkı açısından doğrudan müdahale niteliği taşımakta ve bu nedenle dikkatli hukuki düzenlemelerle sınırlandırılması gerekmektedir. Özellikle karantina şartlarının net olarak belirlenmesi, keyfi uygulamaların önüne geçilmesi amacıyla kolluk kuvvetlerinin takdir yetkisinin sınırlandırılması zorunludur. İlk yatırılma süresinin kanunla düzenlenmesi ve buna uygun mahkeme kararıyla belirlenmesi hakkaniyet açısından önemlidir. Ayrıca, hangi durumlarda karantina, zorla tedavi veya zorla aşılama yapılabileceği hususunda açık hukuki normların oluşturulması, olası insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesini sağlar.
Alkol ve uyuşturucu madde bağımlılığı alanında ise mevcut mevzuatın yetersiz olduğu görülmektedir. “Bağımlılık” kavramının kapsamı, hangi maddelerin uyuşturucu olarak kabul edileceği, kişinin zorla yatırılma şartları, yatırılma süresi ve hastanın durumunun değerlendirilme aralıkları gibi hususlar açık biçimde düzenlenmemiştir. Mevcut düzenlemelerde yalnızca “uyuşturucu madde” teriminin kullanılması, bağımlılığı oluşturan diğer maddelerin kapsam dışı kalmasına yol açmaktadır. Bu nedenle, uluslararası hukuka paralel olarak düzenlemenin “madde bağımlılığı” kavramını kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekmektedir.
Türkiye’de alkol ve madde bağımlıları, genellikle yakınlarının talebi veya kendi rızalarıyla tedavi merkezlerine yatırılmakta; ancak rızanın mümkün olmadığı, kişinin kendisine veya çevresine zarar verme riski bulunduğu durumlarda ilgili mercilere bildirimde bulunularak kısıtlama ve zorla tedavi uygulamalarının yapılması gerekmektedir. Bu bağlamda, ilk yatırılma süresi ve düzenli sağlık değerlendirme periyotlarının kanunla belirlenmesi ve mahkeme kararlarında açıkça ifade edilmesi, hem hak güvenliği hem de etkin tedavi açısından kritik öneme sahiptir.
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde yer alan “elverişli kurum” ifadesi soyut ve belirsiz kalmakta, bu durum uygulamada farklı yorumlara ve tutarsızlıklara yol açmaktadır. Bu nedenle, elverişli kurumun kapsamının net bir şekilde tanımlanması ve kişilerin ihtiyaç duyduğu tedavi ve bakımın bu kurumlarda sağlanması gerekmektedir. Mevcut uygulamada, mahkeme kararlarında elverişli kurum hususu açıkça belirtilmemekte, tedavi kurumları çoğunlukla sağlık personeli ve hekimlerin takdirine bırakılmaktadır. Bu durumun yasayla düzenlenerek standartlaştırılması zorunludur.
Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanması ile zorla tedavinin eşzamanlı olarak ve aynı kararla uygulanması önemli bir sorundur. Kişi, TMK 432. maddede belirtilen kısıtlama sebeplerinden biriyle kısıtlandıktan sonra, mutlaka elverişli bir kuruma yatırılmalı; burada belirli bir süre ile yatışı sağlanarak zorla tedavi ihtiyacı ve tedavi şekli uzman hekimler tarafından değerlendirilmelidir. Bu değerlendirme neticesinde hazırlanan rapor mahkemeye sunularak zorla tedaviye ilişkin ayrı bir karar alınmalıdır.
Zorla tedavi süreci ise kanunla belirlenmiş süreler ve periyodik sağlık değerlendirmeleri çerçevesinde yürütülmelidir. Hastanın durumu zorla tedavi gerektirmediği anda derhal kurumdan çıkarılması sağlanmalıdır. Hem yargılama hem de tedavi süreçlerinde, kişi ve yakınlarına hakları açık ve doğru şekilde bildirilerek itiraz hakları ve itiraz yolları konusunda kapsamlı bilgilendirme yapılmalıdır.
Türkiye’de zorla tedavi mevzuatı ve uygulamasında en önemli eksiklik, zorla yatırılma süresi ile tedavi sürecinde yapılacak değerlendirmelerin kanunda net olarak düzenlenmemiş olmasıdır. İlk yatırılma süresi ve periyodik değerlendirme aralıklarının açık şekilde kanunla belirlenmesi ve mahkeme kararında yer alması, hem hak güvenliği hem de tedavi etkinliği açısından hayati önem taşımaktadır.
Avukat - Hemşire
KATNAKÇA
AKINTÜRK, T., & ATEŞ, D. (2015). Aile Hukuku. Beta Yayınları.
AKINTÜRK, T., & ATEŞ, D. (2019). Aile Hukuku. Beta Yayınları.
AKINTÜRK, T., AKİPEK, J., & ATEŞ, D. (2020). Kişiler Hukuku. Beta Yayınları.
AYAN, M., & AYAN, N. (2014). Kişiler Hukuku. Mimoza Yayıncılık.
Bakanlar Kurulu Kararı, 21/7/2003, No: 2003/5690; Resmi Gazete No: 25195, 10.8.2002.
BAYKARAN, M. B., KESEBİR, S., SAYGILI, İ., YANARTAŞ, Ö., YILDIZ, D., & YILMAZ, Y. (2013). Zorunlu yatışta psikiyatrik ve hukuksal süreç. New/Yeni Symposium Journal, 51(1), 46-50.
BEŞKARDEŞ, A. F., ÇELİK, S., GÜLTEKİN, B. K., SEZER, U., & TİHAN, A. (2013). Bir psikiyatri hastanesinde istemli ve istem dışı yatışların sosyodemografik ve klinik özellikleri. Nöropsikiyatri Arşivi, 50, 216-221.
ÇAVUŞOĞLU IŞINTAN, P. (2002). Türk Hukuku'nda yeni bir müessese: Koruma amacıyla kişi özgürlüğünün kısıtlanması MK m.432-437. GSÜHFD, 1(2), 297-396.
CUMALIOĞLU, E. (2021). Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanması: Özellikle psikososyal engelli bireyler bakımından “elverişli kurum” sorunu. İzmir Barosu Dergisi, 86(1), 15-51.
ÇEVİK, M. (2023). Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanması ve zorla tedavi (Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Disiplinlerarası Adli Bilimler Anabilim Dalı). Ankara, Türkiye.
DAĞLI, M. (2011). Türk Medeni Hukukunda Koruma Amacıyla Özgürlüğün Kısıtlanması. Turhan Kitabevi.
DUTERTRE, G. (2003). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarından Örnekler. Avrupa Konseyi Yayınları.
GENÇCAN, Ö. U. (2009). Vesayet Hukuku. Yetkin Yayınları.
GÜMÜŞ, M. A. (2004). Kısıtlı ve kısıtlı olmayan ergin kişilerin koruma amaçlı özgürlüğünün kısıtlanması. Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1, 189-228.
KARAKUL, S. (2016). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında sağlık hakkı–I. İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 3(2), 169-208.
KICALIOĞLU, M. (2011). Doktorların ve hastanelerin tıbbi müdahaleden kaynaklanan hukuki sorumlulukları. Adalet Yayınevi.
KILIÇOĞLU, A. M. (2004). Medeni Kanunumuzun Aile- Miras ve Eşya Hukukunda Getirdiği Yenilikler (2. Baskı). Turhan Kitabevi.
KILIÇOĞLU, A. M. (2022). Aile Hukuku. Turhan Kitabevi.
KELEŞ, Ş. (2020). Ruhsal hastalığı olan bireylerin ‘örselenebilir’ olma konumunun araştırma ve psikiyatri etiği açısından değerlendirilmesi. Toplum ve Hekim, 35(4), 269-281.
KONUK-SOMMER, B. (2017). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve anayasa temelinde psikososyal engelli bireylerin özgürlük ve güvenlik hakkı. TBB Dergisi, 133, 61-79.
MACOVEI, M. (2008). Kişinin özgürlük ve güvenlik hakkı, AİHS’nin 5. maddesinin uygulanmasına ilişkin kılavuz. TBB Yayınları.
NİŞANCI, D. (2020). Salgın hastalıklar ve salgın hastalıklar özelinde sağlık hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bakış açısı ile ulusal mevzuatın Covid-19 özelinde değerlendirilmesi. TBB Dergisi, 150, 86-122.
OĞUZ, Y. N., & DEMİR, B. (1993). Hukuki ve etik yönüyle zorla hastaneye yatırma. Psikofarmakoloji Dergisi, 1, 367-371.
ÖZTAN, B. (2015). Aile Hukuku. Turhan Kitabevi.
ÖZUĞUR, A. İ. (2016). Türk Medeni Kanunu’nun değişen yeni düzenlemeleriyle açıklamalı içtihatlı kişi hukuku- Velayet- Vesayet- Soybağı- Evlat edinme hukuku diğer eşin rıza ve onamına bağlı işlemler. Seçkin Yayıncılık.
RUHSAL SAĞLIK ALANINDA İNSAN HAKLARI (2013). Türkiye raporu: Sorunlar ve çözüm önerileri. RUSİHAK. Erişim adresi: (s. 42)
ŞİRİN, T. (2018). Özgürlük güvenlik hakkı başvuru el kitabı. Avrupa Konseyi Ankara Program Ofisi Yayınları.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ (2003). Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi. 5013 sayılı kanun, 9 Aralık 2003 tarihli ve 25311 sayılı Resmi Gazete.
SERT, G., ÖZÇELİK, H., & YILDIRIM, G. (2019). Türkiye'de akıl hastalığı olan hastalarda zorla yatırma ve zorla tedavi: Hukuki ve etik sorunlar. Lokman Hekim Dergisi, 9(3), 393-404.
Akıl hastalığı bulunan bireylerin rıza dışı tedavilerine ilişkin hukuki düzenlemeler, Türkiye’de hem ulusal mevzuatta hem de uluslararası sözleşmelerde yer almakta; özellikle Anayasa, Türk Medeni Kanunu, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve Biyoetik Sözleşmesi bu alandaki temel normatif kaynakları oluşturmaktadır.
Anayasa’nın 19. maddesi, toplum güvenliği gerekçesiyle belirli kişilerin, kanunda öngörülen sınırlar çerçevesinde, özgürlüklerinden yoksun bırakılabileceğini düzenlemektedir.
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesi, koruma amacıyla bireylerin özgürlüklerinin kısıtlanmasını düzenlemekte olup, kurumlara yerleştirme veya alıkoyma kararlarının yalnızca sınırlı ve açıkça belirtilmiş gerekçelere dayanabileceğini hükme bağlamaktadır. Bu gerekçeler arasında toplum için tehlike oluşturan akıl hastalığı, akıl zayıflığı, madde bağımlılığı, ağır bulaşıcı hastalıklar ve serserilik gibi durumlar yer almaktadır.
Biyoetik Sözleşmesi’nin 7. maddesine göre, tedavinin uygulanmaması halinde akıl hastası bireyin sağlığında önemli zararlar oluşacaksa, onamı olmaksızın tedaviye yönelik müdahaleler yapılabilir; bu maddede, kişinin toplum için tehlike oluşturması koşulu aranmamaktadır.
Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanması söz konusu olduğunda, öncelikli olarak bireyin kuruma yatırılması yerine ayakta tedavi imkânı değerlendirilmelidir. Zorla tedavi kararı alınmadan önce, bireye tedavi süreci hakkında kapsamlı bilgi verilerek rızası alınmaya çalışılmalı; rıza veremeyecek durumda olsa dahi, sürece katılımını sağlamak amacıyla görüşü alınmalıdır. Ancak birey tedaviye rıza göstermiyor ve tedavi edilmediği takdirde sağlık durumu ciddi şekilde kötüleşecekse, ayrıca kanunda öngörülen diğer şartlar da mevcutsa, bu durumda zorla tedavi, hukuken ve etik açıdan meşru bir koruma önlemi olarak kabul edilebilir.
Zorla tedavi uygulamalarında, hakkında kanunda belirtilen kısıtlılık kararı verilen bireyler, rızaları olmaksızın tam donanımlı sağlık kurumlarına yatırılmakta ve burada ıslahı ile tedavisi amaçlanmaktadır. Ancak, bir kişinin zorla yatırılması mutlaka tedavi gerekliliği anlamına gelmemekte; bu nedenle hekimler ve sağlık personelinin, özellikle acil durumlar dışında, zorla tedavi için mahkemeden ayrı bir karar talep etmeleri gerekmektedir. Yetkili sağlık profesyonelleri, gözlem süreci sonrası tedaviye uygunluk kararı verir ve bu doğrultuda mahkemeden zorla tedavi onayı alınmalıdır. Bu süreç, hem hastanın temel haklarının korunması hem de hukuki ve etik standartların sağlanması açısından büyük önem taşımaktadır.
1.Tıbbi Müdahalelerde Rıza Esası ve Zorla Tedavi Uygulamaları
Tıbbi müdahalelerde esas olan bireyin rızasıdır; bu rıza olmaksızın yapılan işlemler kural olarak hukuka aykırılık teşkil eder. Ancak, hukuki düzenlemelerde yer alan bazı istisnai durumlarda, bireyin rızası aranmaksızın müdahalede bulunulması mümkün olabilmektedir. Özellikle, rıza veremeyecek durumda olan bireylerin belirli şartlarla kısıtlanması ve zorla tedaviye tabi tutulması bu istisnalar arasında yer almaktadır. Bireyin vücut bütünlüğüne yönelik her türlü müdahale, yetkili sağlık personeli tarafından bilgilendirilerek alınmış açık onama dayanmalıdır; aksi hâlde bu tür uygulamalar hukuka aykırı müdahale niteliği taşır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadına göre, bir tıbbi müdahaleden önce bireye müdahalenin tüm öngörülebilir sonuçları hakkında eksiksiz ve anlaşılır şekilde bilgi verilmesi hekimlerin yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hâlinde, hastanın aydınlatılmış onamı sağlanmadan yapılan müdahaleler sonucunda doğabilecek zararlardan devlet sorumlu tutulabilmektedir. Anayasa Mahkemesi de bireysel başvuru kararlarında bu yaklaşımı benimseyerek, bilgilendirme ve onam süreçlerindeki eksiklikleri hak ihlali olarak değerlendirmiştir (AYM, 2015/11683; AYM, 2015/9714; AİHM, Şerif Gecekuşu/Türkiye, 28870/05).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında, tıbbi müdahalenin hukuka uygun kabul edilebilmesi için iki temel unsur öne çıkmaktadır: Müdahalenin yasal bir temele dayanması ve kişinin rızasının bulunması. Bu unsurların yokluğunda yapılan müdahale, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 8. maddesi kapsamında özel hayata saygı hakkının ihlali olarak değerlendirilmektedir. Nitekim AİHM, bazı kararlarında kolluk tarafından yürütülen işlemlerde dahi bireyin açık rızası olmaksızın yapılan jinekolojik muayeneleri sözleşmeye aykırı bulmuştur.
2.Zorla Yatış Süresi ve Hukuki Boşluklar: Türkiye’de Hasta Hakları Tehlikede!
Zorla yatış ve tedavi uygulamalarında, hastanın sağlık kuruluşunda ne kadar süreyle tutulabileceği hususu önemli bir hukuki sorun olarak karşımıza çıkmaktadır. Özgürlüğe doğrudan müdahale niteliğindeki bu uygulamanın, hukuka uygun hale getirilebilmesi için genellikle kişilerin hastaneye yatırılmasını takiben en geç 72 saat içinde mahkemeye başvurulması gerektiği kabul edilmektedir. Ancak Türkiye’de uygulamada bu sürecin oldukça değişken olduğu ve yasal bir üst sınırın bulunmadığı görülmektedir.
2013 yılında yayımlanan bir rapora göre, zorla yatış bildiriminin vesayet makamına yapılma süresi 48 saat ile 7 gün arasında değişmekte; mahkeme kararlarının ise çoğunlukla 2 ila 4 ay gibi uzun sürelerde verildiği saptanmıştır. Bu süre zarfında bireylerin, henüz mahkeme kararı bulunmaksızın kurumlarda tutulduğu ve tedaviye tabi tutulduğu belirtilmektedir. Ayrıca, bugüne dek mahkemelerce zorla yatış taleplerinin reddedildiğine dair herhangi bir örneğe rastlanmadığı ifade edilmiştir.
Mevzuatta kişinin kuruma yatırılmasına ilişkin azami bir süre öngörülmemekle birlikte, koruma amacının ortadan kalkmasıyla birlikte bireyin alıkonulma halinin de sona erdirilmesi gerektiği; aksi halde kişinin hukuka aykırı biçimde özgürlüğünden yoksun bırakılacağı vurgulanmaktadır.
Zorla yatış uygulamalarının birey özgürlüğüne doğrudan müdahale niteliği taşıması nedeniyle, bu sürecin keyfiliğe yer vermeyecek şekilde yasal güvence altına alınması büyük önem taşımaktadır. Kişi haklarının ihlal edilmemesi için, ilk yatış süresi ile olası uzatma kararlarının mahkeme tarafından belirlenmesi ve her uzatma öncesinde hastalığın seyri uzman hekimlerce değerlendirilerek yargı denetimi sağlanmalıdır. Uluslararası uygulamalarda, bu tür kararların yasal sürelerle sınırlandığı ve örneğin bazı Avrupa ülkelerinde bireylerin kurumda tutulma süresinin 14 gün ile 9 ay arasında değişebildiği görülmektedir.
Oysa Türkiye’de bu konuda açık bir yasal düzenleme bulunmadığından, kişinin yatış süresine veya kurumdan çıkarılmasına ilişkin kararlar çoğunlukla tedaviyi yapan sağlık personeli veya kurum yönetimi tarafından verilmektedir. Bu uygulamada, mahkemeye başvurulmadan hastanın yakınlarının imzasıyla taburcu edilmesi gibi yöntemlere başvurulması ciddi hak ihlali risklerini beraberinde getirmektedir. Bu nedenle, uygulamadaki keyfiliğin önlenmesi, birey güvenliği ve hukuki öngörülebilirliğin sağlanması adına, zorla yatış süreçlerine ilişkin yasal çerçevenin açık ve bağlayıcı biçimde düzenlenmesi gerekmektedir.
3.Koruma Amacıyla Özgürlüğün Kısıtlanmasının Şartları
3.1.Hangi Sebeplerle Özgürlüğünüz Kısıtlanabilir?
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde kişilerin koruma amacıyla özgürlüğünün kısıtlanmasını gerektiren bazı durumlar sayılmış olmakla birlikte, bu durumların kapsamı ve sınırları açıkça tanımlanmamıştır. Maddede öncelikle “akıl hastalığı” ve “akıl zayıflığı” belirtilmiş, ancak bu kavramlara dair herhangi bir tanım yapılmamıştır. Söz konusu rahatsızlıkların varlığının tespiti ise uzman hekimlerin değerlendirmesine bırakılmıştır.
İkinci olarak, “alkol veya uyuşturucu madde bağımlılığı” kavramına yer verilmiş, ancak bağımlılığın hangi ölçütlere göre değerlendirileceği konusunda bir açıklama yapılmamış; bu da yine uzman kişilerin takdirine bırakılmıştır. Üçüncü olarak düzenlenen “ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalıklar” bakımından da, hangi hastalıkların bu kapsamda değerlendirileceği hususunda bir sınırlama getirilmemiştir. Yalnızca, hastalığın ağır tehlike oluşturması halinde müdahale edilebileceği belirtilmiştir.
Son olarak düzenlenen “serserilik” durumu da belirsizlik içermektedir; zira kanun koyucu bu kavramın kriterlerini açıklamamış, somut olayın özelliklerine göre hâkim veya yetkili uzman kişilerin değerlendirmesine bırakmıştır. Bu belirsizlik, TMK 432 kapsamında özgürlük kısıtlamasına konu olabilecek durumların uygulamada geniş yorumlara açık hale gelmesine neden olabilmektedir.
3.1.1.Akıl hastalığı
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), akıl hastalığı bulunan bireylerin özgürlüklerinin kısıtlanmasına ilişkin önemli kriterler belirlemiş ve bunları içtihat haline getirmiştir. Winterwerp/Hollanda kararında (Başvuru No: 6301/73, 24.10.1979), Mahkeme bu tür durumlarda devletin başvurabileceği müdahalelerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 5. maddesi çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Bu bağlamda, "Winterwerp Kriterleri" olarak adlandırılan üç temel ölçüt belirlenmiştir:
1. Kişinin akıl hastalığına ilişkin resmi ve objektif bir tıbbi raporun bulunması,
2. Kısıtlamanın yalnızca son çare (ultima ratio) olarak uygulanması,
3. Alıkoymanın sürekliliği süresince hastalığın varlığını sürdürmesi.
Bu kriterler, akıl hastalığı sebebiyle yapılan özgürlük kısıtlamalarının keyfiliğe karşı korunmasında temel bir çerçeve sunmakta ve devletin yükümlülüklerini sınırlandırmaktadır. AİHS’in 5. maddesi de bu doğrultuda, kişinin akıl hastalığı sebebiyle alıkonulmasını hukuka uygun kabul edilebilecek istisnai bir durum olarak düzenlemiştir.
Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanabilmesi bakımından, bireyin akıl hastalığının süreklilik arz etmesi değil, bu hastalığın başkaları açısından tehlike oluşturup oluşturmadığı esas alınmalıdır. Dolayısıyla akıl hastalığı geçici olsa dahi, kişi çevresi için ciddi bir tehdit teşkil ediyorsa özgürlüğü kısıtlanabilir. Ancak hastalığın ortadan kalkması halinde, kişi artık alıkonulma koşullarını taşımayacağından, derhal serbest bırakılması gerekir. Burada vurgulanan nokta, süreklilik değil, mevcut hastalığın tehlike boyutudur. Hastalık sürdüğü sürece ve diğer yasal şartlar da sağlandığında, kişinin kısıtlanması mümkündür.
Zorla yatırma ve zorla tedavi uygulamaları, çoğunlukla akıl hastalığı veya akıl zayıflığı bulunan bireyler üzerinde gerçekleştirilmektedir. Bu durum, uygulamada en fazla bu hasta grubunun özgürlüğünün kısıtlandığını ortaya koymaktadır. 2010 yılında bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde yürütülen bir araştırmada, altı aylık bir süre içerisinde yapılan istemsiz yatışlar, toplam hasta sayısının %13,1’ini oluşturmuştur. Öğretide bu oranın, sadece tek bir hastanede yapılan çalışma sonucu elde edilmiş olmasına rağmen, oldukça yüksek bir oran olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu bulgu, zorla yatış ve tedavi uygulamalarının ne denli yaygın ve sistematik olduğunu göstermesi açısından önemlidir.
Türkiye’de bir ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde gerçekleştirilen saha araştırmasında, zorunlu yatış uygulanan vakalar arasında şizofreni (%39) en sık görülen tanı iken, bunu bipolar bozukluk (%28) ve BTA (belirgin tanı almamış) psikoz (%10) takip etmektedir. Hastaların büyük bölümü zorunlu yatışa aile bireyleri veya yakınları tarafından sevk edilirken, bir kısmı da 112 acil servis aracılığıyla tedavi kurumuna ulaştırılmaktadır.
Türk Medeni Kanunu’nun 436/5. maddesi, akıl hastalığı nedeniyle bir kimsenin kısıtlanmasına karar verilebilmesi için resmî bir sağlık raporunun alınmasını şart koşmaktadır. Her ne kadar kısıtlama kararı verecek olan hâkim bu raporla bağlı olmasa da, akıl hastalığı gibi uzmanlık gerektiren teknik bir konuda gerekirse yeni bir rapor alınmalı ve önceki raporla çelişmediği sürece esas alınmalıdır. Raporlar arasında herhangi bir tutarsızlık olması hâlinde, hâkimin gerek görmesi durumunda adli tıp kurumlarından ek rapor ya da görüş istemesi mümkündür. Hâkim, kararını vermeden önce tüm kuşkuları gidererek, konuyu ayrıntılı biçimde araştırmakla yükümlüdür. Kişinin akıl hastalığı durumu yalnızca tıbbi raporlarla değil, tanık anlatımları ve diğer delillerle de desteklenerek ortaya konmalı; ardından kişinin kendisine ya da başkalarına zarar verme tehlikesi taşıyıp taşımadığı değerlendirilerek vesayet altına alınması yoluna gidilmelidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Megyeri v. Almanya davasında (Başvuru No: 13770/88, 12.05.1992) akli dengesi bozuk bir kişinin zorunlu olarak psikiyatri kurumunda tutulmasının, kişinin durumunun düzenli olarak denetlenmemesi nedeniyle hukuka uygunluğunun sorgulanabileceğine hükmetmiştir. Mahkeme, böyle durumlarda bireyin makul aralıklarla mahkemeye başvurarak özgürlüğünün kısıtlanmasının denetlenmesini talep etme hakkına sahip olduğunu belirtmiştir. Kararda özellikle, kısıtlama kararlarının periyodik olarak gözden geçirilmesinin ve kişinin durumundaki değişikliklerin derhal değerlendirilmesinin zorunlu olduğu vurgulanmıştır. Bu yaklaşım, kişinin hukuki güvenliğinin sağlanması ve keyfi alıkonmaların önlenmesi açısından temel bir prensip olarak kabul edilmektedir.
3.1.2.Akıl Zayıflığı
Özgürlüğün kısıtlanması sebeplerinden biri de akıl zayıflığıdır. Akıl zayıflığı, akıl hastalığından farklı olarak ruhsal bir bozukluk değil, zihinsel fonksiyonların eksikliği veya yetersiz gelişimi durumudur. Bu kavram, akıl hastalığının hafif bir formu olmayıp, kendi özgün niteliklerine sahiptir. Akıl zayıflığı hem doğuştan kaynaklanabilir hem de yaşamın ilerleyen dönemlerinde ortaya çıkabilir.
3.1.3.Ağır Tehlike Arz Eden Bulaşıcı Hastalık
Türk Medeni Kanunu’nda, hastalığın sadece bulaşıcı olması değil, “ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalık” olması esas alınmıştır. Kanun maddesinde spesifik örnekler verilmemekle birlikte, bu nitelendirmeyi yapacak olan yetkili ve uzman hekimlerdir. Dolayısıyla, bir kişinin ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalık nedeniyle özgürlüğünün kısıtlanabilmesi için, ilgili sağlık uzmanlarından alınacak rapor ve görüşler zorunludur.
Türk Medeni Kanunu’na göre, bir kişinin kısıtlanabilmesi için hastalığın ağır tehlike arz etmesi ve toplum açısından risk oluşturması gerekmektedir. Ayrıca, bu koruma ancak başka bir yöntemle sağlanamıyorsa, yani son çare olarak uygulanmalıdır. Bu koşullar, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kamu sağlığı için tehlike ve müdahalenin gerekliliği kriterleriyle paralellik göstermektedir; zira Mahkeme, hastalığın yayılmasının daha hafif tedbirlerle önlenebileceği durumlarda kısıtlamanın hukuka uygun olmadığını vurgulamaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 5. maddesinin (e) bendinde, bulaşıcı hastalıkların yayılmasını önlemek amacıyla, hastalığı taşıyabilecek kişilerin yasalar çerçevesinde özgürlüklerinin kısıtlanabileceği hükme bağlanmıştır. Bu düzenleme, bireyin özgürlüğünün kısıtlanabilmesi için üstün kamu yararının varlığını zorunlu kılmaktadır. Güncel örnekler olarak, zorunlu aşı uygulamaları, karantina tedbirleri ve sokağa çıkma yasakları gibi önlemler gösterilebilir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), bulaşıcı hastalıklar nedeniyle özgürlüğün kısıtlanmasında iki temel kriteri esas almaktadır: bulaşıcı hastalığın kamu sağlığı açısından tehlike arz edip etmediği ve uygulanan tedbirin son çare (ultima ratio) olup olmadığıdır. Mahkeme, Enhorn/İsveç davasında (Başvuru No: 71555/01, 16.10.2001) HIV pozitif bir bireyin hastalığını partnerine bulaştırması üzerine özgürlüğünden yoksun bırakılmasını değerlendirmiştir. AİHM, başvurucuya öncelikle psikiyatrik veya alkol tedavisi uygulanmadan kısıtlanmasının, tedbirin son çare niteliğinde olmadığını belirterek AİHS’in ihlal edildiğine hükmetmiştir
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), zorunlu aşılama uygulamalarına ilişkin değerlendirmelerinde, insan hakları ihlali iddialarını detaylı şekilde incelemiştir. Carlo Boffa ve diğer 13 başvuran / San Marino davasında (Başvuru No: 26536/95, 15 Ocak 1998), zorunlu aşının çocuğun yaşam hakkını (AİHS Madde 2) tehdit etmediği gerekçesiyle başvuru reddedilmiştir. Ayrıca, zorunlu aşının özel hayata saygı hakkını (AİHS Madde 8) ihlal etmediği, müdahalenin kamu yararına ve orantılı olduğu belirtilmiştir.
Benzer şekilde, Solomakhin / Ukrayna davasında (Başvuru No: 24429/03, 15 Mart 2012), başvuran zorunlu difteri aşısı sonrası sağlık durumunun kötüleştiğini iddia etmiş ancak Mahkeme, kamu yararını gözeten yasal düzenlemelerin varlığı ve başvurana ait sağlık durumunun aşı sonrası kötüleştiğine dair yeterli delil olmaması nedeniyle hak ihlali tespit etmemiştir.
AİHM kararları genelinde, ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalıklar sebebiyle zorunlu tedaviye tabi tutulan kişilerin, tedavi nedeniyle zarar gördüğüne dair somut ve kesin bir delil sunulamaması halinde; toplumun ve kamunun yararının gözetilmesi ve uygulamanın kanunlarla düzenlenmiş olması şartıyla, bu tür müdahalelerin insan hakları ihlali oluşturmadığı kabul edilmektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin salgın hastalıklar konusundaki kararlarında (AİHM, Enhorn/İsveç, Başvuru No: 71555/01) değerlendirdiği temel husus, uygulamanın tedavi gereği mi yoksa sosyal politika sonucu mu olduğudur. Mahkeme, gereklilik ölçütünü titizlikle ele alarak, her vaka için “Hastalık kamu sağlığı açısından tehlikeli midir?” ve “Bu hastalığın yayılmasını daha az müdahaleci tedbirlerle önlemek mümkün müdür?” sorularını temel kriter olarak belirlemiştir.
3.1.4.Serserilik
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), De Wilde, Ooms ve Versyp kararında (Başvuru No: 2832/66, 2835/66, 2899/66, 18 Haziran 1971, Seri A No.12, §§68-69) Belçika Ceza Kanunu’nun 347. maddesindeki serserilik tanımına atıfta bulunmuştur. Buna göre serserilik, “sabit ikametgahı, düzenli geliri, işi veya mesleği olmayan kişi” olarak tanımlanmakta ve AİHM, bu tanımın sağlanması durumunda kişinin kısıtlanmasının mümkün olduğunu kabul etmektedir. Ayrıca serserilik, kişinin “başıboş veya kontrolsüz” olması ve bu durumdan habersiz bulunması şeklinde de tanımlanmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bazı kararlarında (AİHM, Guzzardi/İtalya, §97 vd.) kişinin yalnızca mafya üyesi olması veya işsiz olması nedeniyle özgürlüğünün kısıtlanmasının hak ihlali sayıldığı belirtilmiştir. Özgürlüğün kısıtlanabilmesi için, kişinin düzensiz yaşam tarzı nedeniyle hem kendisine hem de çevresine zarar verme riski taşıması ve tedavi ile ıslah gereksiniminin bulunması gerekmektedir. Serserilik kavramının nasıl belirleneceğine dair yasal bir hüküm olmamakla birlikte, diğer kısıtlama nedenlerinde aranan resmi sağlık raporu serserilik haline ilişkin düzenlemede öngörülmemiştir.
3.2.Toplum İçin Tehlikelilik Oluşturma
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde yer alan “...toplum için tehlike oluşturan...” ifadesi, kişinin kısıtlanmasında sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumun güvenliği ve menfaatinin öncelikli olarak gözetildiğini göstermektedir. Bu düzenleme, kısıtlama kararlarının toplumsal yarar çerçevesinde alınması gerektiğini vurgular.
3.3.Ergin Olma
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde yer alan “…her ergin kişi…” ifadesiyle, korunması amacıyla özgürlüğü kısıtlanacak kişilerin ancak ergin bireyler olabileceği belirtilerek, kısıtlamanın kapsamı konusunda sınırlama getirilmiştir. Bu hüküm, kısıtlama tedbirinin uygulanacağı kişilerin yaş bakımından belirlenmesine imkân tanımaktadır.
3.4.Kişisel Korunmasının Başka Şekilde Sağlanamaması
Kişinin korunması, tedavisi veya ıslahı, özgürlüğünün kısıtlanması dışında başka bir yöntemle sağlanamıyorsa, yani zorunlu ve kaçınılmaz hallerde özgürlüğünün kısıtlanmasına karar verilmelidir. Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinin ikinci fıkrasında, bu kararda kişinin çevresine getirdiği külfetin de dikkate alınacağı belirtilmektedir. Bu hüküm, kişinin bakımının çevresindeki bireyler üzerinde psikolojik ve ekonomik yük oluşturması durumunda, özel koruma tedbirlerinin gerekliliğini vurgulamaktadır.
Esas olan, kişinin menfaatine en uygun tedavi yönteminin belirlenmesidir; zorla yatırma ve zorla tedavi ancak bu yöntem en iyi seçenek olarak değerlendirildiğinde uygulanmalıdır. Ayırt etme gücüne sahip olmayan hastalar için genellikle aile ve yakınlarından bilgi alınsa da, bilgi verenlerin talebi tek başına zorla yatırma gerekçesi olamaz. Hekim veya sağlık personeli, hasta hakkında rapor hazırlarken hasta yakınlarının veya yasal temsilcilerin ifadelerine şüpheyle yaklaşmalı; kişinin hakları korunarak, en az zarar göreceği ve örselenmeden tedavi olmasını sağlamaya özen göstermelidir.
3.5. Zorla Kuruma Yerleştirme ve Alıkonulma: Elverişli Kurum Kriterleri Nelerdir?
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde geçen “elverişli kurum” ifadesi, kavramsal olarak açık bir tanımlamaya sahip olmamakla birlikte, uygulamada kişinin korunma, tedavi veya ıslah amacına en uygun kurumsal yapıyı ifade etmektedir. Bu bağlamda elverişlilik, sabit bir kurumsal yapıdan ziyade, kişinin içinde bulunduğu durumun özelliklerine göre dinamik olarak belirlenmesi gereken bir ölçüttür.
Kısıtlama sebebine göre değişkenlik gösteren bu kurumlar arasında bakım evleri, yatılı sosyal hizmet kuruluşları, psikiyatri klinikleri ya da alkol ve uyuşturucu bağımlılığı tedavi merkezleri yer alabilir. Ancak bir kurumun “elverişli” sayılabilmesi için yalnızca işlevsel bir kategoriye dâhil olması yeterli değildir. Kurumun, kısıtlanan kişinin bireysel sağlık, bakım ve güvenlik gereksinimlerini karşılayacak kapasitede olması; nitelikli personel bulundurması ve yaşam koşulları bakımından temel insani ihtiyaçları sağlayabilmesi gerekmektedir.
Dolayısıyla “elverişli kurum” ifadesi, her somut olayda bireysel koşulların dikkate alındığı, kişi merkezli bir değerlendirme gerektiren ve öznel unsurlar taşıyan normatif bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır.
Elverişli kurumun nitelikleri, gerek ulusal hukukta gerekse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) içtihadında, bireyin özgürlüğünün kısıtlanmasının meşruiyeti açısından belirleyici bir rol oynamaktadır. Bu bağlamda Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, 21.10.2009 tarihli ve 2009/13-393 E., 2009/452 K. sayılı kararında; intihar riski taşıyan bir hastaya, koruma altında tutulduğu kurum tarafından uygun bir odanın tahsis edilmemesi sonucu gerçekleşen ölüm olayında kurumu sorumlu tutmuş ve kusurlu bulmuştur. Karar, koruma altındaki bireylere ilişkin devletin pozitif yükümlülüğünü ve kurumun uygun fiziki şartları sağlama sorumluluğunu vurgulamaktadır.
AİHM de benzer şekilde, özgürlüğü kısıtlanan bireylerin tutulduğu kurumların sadece "tedavi amacıyla" değil, aynı zamanda insan onuruna uygun yaşam koşullarını sağlayacak şekilde yapılandırılması gerektiğini belirtmektedir. Örneğin, O.H./Almanya davasında (Başvuru No: 4646/08, Karar Tarihi: 24.11.2011), Mahkeme, kişilerin “hastane, klinik veya bu kişileri tutma konusunda yetkilendirilmiş özel kurumlar”da barındırılması gerektiğini açıkça ifade etmiştir.
Stanev/Bulgaristan kararında (Başvuru No: 36760/06, Karar Tarihi: 17.01.2012), başvurucunun tutulduğu kurumun pis, bakımsız ve insan onuruna aykırı koşullarda olması nedeniyle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin madde 5 (özgürlük ve güvenlik hakkı) hükmünün ihlal edildiğine karar verilmiştir. Mahkeme, bu kararında yalnızca bireyin fiziksel olarak alıkonulmasının yeterli olmadığını, aynı zamanda kurumun yaşam koşullarının ve sağlanan bakımın da özgürlük hakkının korunması bakımından değerlendirilmesi gerektiğini ortaya koymuştur.
Sonuç olarak, bireyin özgürlüğünün kısıtlandığı kurumların “elverişli” sayılabilmesi için yalnızca hukuken yetkili olması yeterli olmayıp, aynı zamanda bireyin fiziksel, psikolojik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayabilecek nitelikte olması gerekmektedir. Bu yaklaşım hem Türk hukukunda hem de AİHM kararlarında istikrarlı biçimde benimsenmektedir.
4. Özgürlüğün Kısıtlanmasında Yetkili Mahkeme Hangisidir? TMK’ya Göre Süreç ve Tahliye Kararları
Türk Medeni Kanunu kapsamında koruma amacıyla bireyin özgürlüğünün kısıtlanmasına karar verme yetkisi, vesayet makamı sıfatıyla sulh hukuk mahkemesine aittir. Bu konuda yetkili mahkeme kural olarak bireyin yerleşim yerinde bulunan sulh hukuk mahkemesidir. Ancak, gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, bireyin fiilen bulunduğu yer sulh hukuk mahkemesi de yetkili kabul edilmektedir.
Kişinin özgürlüğünün kısıtlanmasına dayanak olan şartların ortadan kalkması durumunda, örneğin tedavi gerekliliğinin sona ermesi ya da koruma ihtiyacının kalmaması hâlinde, birey derhal tutulduğu kurumdan çıkarılmalıdır. Bu durumda tahliye kararı da yine koruma amacıyla özgürlüğü kısıtlayan vesayet makamı tarafından verilmelidir.
5. Zorla Tedavi Kararına Kim, Nasıl İtiraz Edebilir?
Koruma amacıyla verilen kısıtlılık kararına karşı, kısıtlanan kişinin kendisi, yakınları veya yasal temsilcisi mahkemeye başvurarak itiraz edebilir. Türk Medeni Kanunu bu konuda açık bir sınırlama getirmemiştir. “Yakın” kavramı, somut olayın koşullarına göre esnek şekilde değerlendirilmektedir. Nitekim arkadaş, akraba, öğretmen veya psikolog gibi bireyle anlamlı ve kişisel bir ilişkisi bulunan kişiler bu kapsamda "yakın" olarak kabul edilebilir.
Öte yandan, kısıtlanan kişi veya yasal temsilcisi, kısıtlamanın hukuka aykırı olduğunu ya da kişinin zorla tedavi sürecinde zarar gördüğünü ileri sürüyorsa, bu durumda maddi ve manevi tazminat davası açma hakkına sahiptir. Ayrıca, ihlale neden olan sağlık personeline karşı ceza hukuku kapsamında suç duyurusunda bulunularak adli süreç başlatılabilir.
Her ne kadar kısıtlılık kararına karşı başvurulacak itiraz makamı açıkça düzenlenmemiş olsa da, doktrinde ve uygulamada bu yetkinin, kararı veren vesayet makamının bağlı olduğu denetim makamına ait olduğu kabul edilmektedir. Bu yaklaşım, Türk Medeni Kanunu’nun 435. maddesinde yer alan düzenlemeye dayanmaktadır.
6. Zorla Tedavide Sınırlar Ne? Usule Uygunluk Zorunluluğu
Türk Medeni Kanunu’nun 436. maddesi, kısıtlılık sürecinde kişiye ve/veya yakınlarına yapılacak bildirimlerin usulü ve mahkeme denetimiyle ilgili yükümlülükleri düzenlemektedir. Maddenin ilk fıkrasında, kısıtlılık kararının gerekçeleri hakkında kişinin kendisine ya da yakın çevresine ayrıntılı ve yazılı bildirim yapılması gerektiği açıkça belirtilmiştir. Bu bildirimin, hem vesayet makamı hem de ilgili uzman hekimler tarafından gerçekleştirilmesi esastır. Şayet kısıtlanan kişi kararın içeriğini algılayabilecek durumda değilse, bilgilendirme yükümlülüğü yakınları veya yasal temsilcilerine yöneltilmelidir.
İkinci olarak, kısıtlanan bireyin bir kuruma yerleştirilmesi, kurumda alıkonulması ya da kurumdan çıkarılma talebinin reddedilmesi durumlarında, kişiye karara karşı 10 gün içinde itiraz etme hakkı bulunduğu yazılı olarak bildirilmelidir. Bu bağlamda bireyin itiraz hakkı konusunda açık, anlaşılır ve bilinçlendirici bir şekilde aydınlatılması, Anayasa ve insan hakları ilkeleri gereği zorunludur. Maddede geçen “derhal” ifadesi, bildirimin gecikmeksizin yapılması gerektiğini ve konunun ivediliğini vurgular niteliktedir.
Üçüncü olarak, bireyin kuruma yerleştirilmesi, alıkonulması veya çıkarılması gibi işlemler mahkeme kararına bağlı hâle getirilmiş; bu işlemler mümkün olan en kısa sürede vesayet makamı olan sulh hukuk mahkemesine bildirilmelidir. Aynı ilke, bireyin kuruma yerleştirilmesine gerek kalmaması durumunda da geçerlidir. Bu durumda da ilgili mahkeme derhal bilgilendirilmeli ve kişi kurumdan çıkarılmalıdır. Yetkili mahkeme, kural olarak kişinin yerleşim yerindeki sulh hukuk mahkemesidir; ancak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde kişinin bulunduğu yer mahkemesi de yetkili olabilir.
Yargıtay içtihatları, koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanmasına ilişkin davalarda hem delillerin değerlendirilmesi hem de usul hükümlerine uyulması gerektiğini açık biçimde ortaya koymaktadır. Özellikle tanık dinlenmesi, raporlar arasındaki çelişkilerin giderilmesi ve resmî sağlık raporuna dayanılması, yargılamanın hukuka uygun yürütülmesi açısından büyük önem taşımaktadır.
Yargıtay’ın 18. Hukuk Dairesi tarafından verilen 2016/6467 E., 2016/9883 K., 20.06.2016 T. sayılı kararda, basit yargılama usulüne tabi olmasına rağmen, kişinin dinlenmeden karar verilmesini usule aykırı bulmuş ve hükmü bozmuştur. Bu karar, kişisel hak ve özgürlüklerin korunmasında dinlenilme hakkının ne denli önemli olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır.
Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 06.03.2003 tarihli ve 2003/1622 E., 2003/2977 K. sayılı kararında, sulh hukuk mahkemesinin, eşinin kronikleşen akıl hastalığı nedeniyle dava açan başvurucunun sunduğu tanıkları dinlememesi ve buna gerekçe göstermemesi, yargılamanın eksik yürütüldüğü şeklinde değerlendirilmiştir. Aynı kararda, iki farklı sağlık kurumundan alınan raporlar arasındaki çelişkinin giderilmeden hüküm kurulması da açık bir usul hatası olarak kabul edilmiştir.
Buna benzer şekilde, Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin 2013/15986 E., 2013/21965 K., 26.09.2013 T. sayılı kararında, TMK’nın 405. maddesi uyarınca yapılması gereken resmî sağlık araştırması ve rapor temin edilmeden verilen kısıtlılık kararının hukuka aykırı olduğu ifade edilmiştir.
Bu kararlar ışığında, kısıtlılık davalarında gerek maddi gerçekliğin ortaya çıkarılması gerekse temel hak ve özgürlüklerin korunması adına, mahkemelerin usul hükümlerine sıkı sıkıya riayet etmesi gerektiği açıktır.
Türk Medeni Kanunu’nun 436/6. maddesi, kısıtlanma sürecinde sağlık raporu düzenlenmesi için gerekli biyolojik örneklerin (kan, kıl vb.) kişiden alınabileceğini ve bu ön hekim raporuyla kişinin en fazla yirmi gün süreyle kurumda tutulabileceğini hükme bağlamaktadır. Maddenin devamında, bu kararların uygulanması sırasında zor kullanma yetkisinin olduğu, ancak bu yetkinin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasa ve insan onuruna aykırı olmaması gerektiği açıkça belirtilmiştir.Ayrıca, maddede karar verilirken kişinin dinlenmesi zorunluluğu vurgulanmakta, kuruma yerleştirilmesine karar verilen kişinin kurumdan çıkarılması taleplerinde hâkimin kişiyi dinleyerek karar vermesi gerekliliği ifade edilmektedir. Bu şekilde kısıtlı kişi sürece dahil edilerek haklarının korunması amaçlanmaktadır. Maddenin son kısmında, kişinin talebi halinde maddi yetersizlik nedeniyle mağduriyet yaşamaması için adli yardım imkânı sağlanabileceği belirtilmiştir. Böylece, sürecin hem hakkaniyet hem de sosyal adalet ilkeleri çerçevesinde yürütülmesi teminat altına alınmıştır.
7.Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) Kapsamında Zorla Tedavi
AİHM, özgürlüğün kısıtlanmasında özellikle akli dengesinin yerinde olmadığı durumlarda üç temel şartı aramaktadır: Güvenilir uzman doktor raporu ile kişinin akli dengesinin bozuk olduğunun tespiti, akıl hastalığının zorunlu kapatmayı gerektirecek derecede ağır olması ve kısıtlılık halinin hastalığın kalıcılığına bağlı olarak devam etmesidir.
AİHM kararları, zorla tedavi ve koruma amaçlı özgürlük kısıtlamalarının; işkence yasağı, özgürlük ve güvenlik hakkı, adil yargılanma hakkı ile özel ve aile hayatına saygı gibi temel insan hakları bağlamında değerlendirilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Müdahalenin ölçülü, orantılı ve zorunlu olması, Mahkeme içtihatlarında sıkça altı çizilen bir ilkedir.
Örneğin, AİHM bir kararında, alkol bağımlısı olan kişinin polis tarafından evine bırakılabileceği halde zorla tedavi kurumuna götürülmesinin hak ihlali sayılabileceğine hükmetmiştir. Bu içtihatlar doğrultusunda, zorla yatırma ve zorla tedavi ancak "son çare" olarak uygulanmalıdır.
AİHM’nin Matter/Slovakya kararında (Başvuru No: 31534/96, 5 Temmuz 1999) akıl hastalığı nedeniyle kısıtlı olan kişinin, kısıtlılığın kaldırılması talebiyle açtığı davada, mahkemenin görevlendirdiği uzmana muayene olmayı reddetmesi üzerine zorla muayene edilip iki hafta süreyle hastanede alıkonulması konusu değerlendirilmiştir. Mahkeme, kişinin kısıtlılık sebeplerinin makul sürede incelenmesi gerektiğini; kısıtlılık sebepleri ortadan kalktığında kişinin talebi halinde derhal taburcu edilmesi gerektiğini vurgulamıştır. İlk derece mahkemesinin uzman tayin edip gönüllü muayeneye sevk etmesi, başvuranın muayeneye gitmemesi üzerine zorla alıkonulmasını ise son çare (ultima ratio) olarak değerlendirerek hak ihlali kararı vermemiştir.
AİHM, Gennadi Naumenko v. Ukrayna davasında (Başvuru No: 42023/98, 10 Şubat 2004) cezaevinde akıl hastalığı belirtileri gösteren bir kişinin psikiyatrik tedavi ve ilaç uygulanmasının AİHS’nin 3. maddesine aykırı olmadığına karar vermiştir. Kararda, başvuranın ciddi ruhsal hastalık geçirdiği, iki kez intihar girişiminde bulunduğu ve bu nedenle tedaviye başlandığı belirtilmiştir. Sağlık raporlarında kişinin tedaviye rızasının net olmaması ve tedavinin hatalı ya da yan etkisinin bulunmaması gerekçeleriyle hak ihlali bulunmamıştır.
AİHM’nin Lashin/Rusya kararında, şizofreni hastası bir kişi, Rus mahkemelerinin kendisini kısıtlayıp zorla psikiyatri hastanesine yatırdığını ve itiraz hakkı bırakmadığını, ayrıca evlenmesine engel olunduğunu ileri sürmüştür. Mahkeme, kararın gözden geçirilmemesi ve itiraz yollarının bulunmaması nedeniyle AİHS’nin 5. maddesinin ihlal edildiğine hükmetmiştir. Kararda, kişinin hastanede kaldığı süre boyunca belirli aralıklarla kontrol edilmesi ve durumun ortadan kalktığında derhal serbest bırakılması gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca, kişinin çıkış talebinde bulunabilmesi için açık bir yol gösterilmediği ve sağlık durumunun yetkililerce düzenli olarak değerlendirilmediği belirtilmiştir. Bu durumun kişinin özgürlüğüne ve beden bütünlüğüne doğrudan saldırı olduğu kabul edilmiştir. Zorla tedavi edilen kişilerin talep üzerine ya da periyodik olarak kontrol edilmesi zorunludur.
AİHM’nin Schneiter/İsviçre kararında, başvuranın çeşitli manik bozukluklar ve uyuşturucu bağımlılığı bulunduğu, hem kendisi hem de çevresindekiler için tehlike oluşturduğu tespit edilmiştir. Başvuranın önceki dönemlerde babasıyla kavga ettiği ve bir sağlık görevlisinin yüzüne zarar vermeye çalıştığı olaylar da göz önüne alınmıştır. Mahkeme, tedavisinin sağlanması amacıyla psikiyatri hastanesine yatırılmasının hak ihlali teşkil etmediğine karar vermiş ve başvuruyu reddetmiştir.
AİHM’nin Aerts/Belçika kararında, cezaevinin psikiyatri servisini kişinin tedavisinin yapılması için elverişli bir kurum olarak kabul etmeyerek bu durumun hak ihlali teşkil ettiğine hükmetmiştir.
Benzer şekilde, Nielsen/Danimarka (28.11.1998) ve Nowicka/Polonya (03.12.2003) kararlarında, komşusuyla kavga eden başvuranın psikiyatrik tetkiklerinin yapılması amacıyla 85 gün boyunca hastanede tutulmasının AİHS’nin 5/1. maddesine aykırı olduğuna karar verilmiştir.
AİHM’nin Pleso/Macaristan kararında (02.10.2012), bir kişinin sağlığının kötüye gitmesini önlemek amacıyla, istemi dışında zorla akıl hastanesine gönderilmesinin haklı gerekçelerle desteklenmediği ve bu nedenle AİHS’nin 5/1. maddesinin ihlal edildiği belirtilmiştir. Kararda, kişinin kendi geleceğini belirleme hakkının engellendiği ve tedaviye rıza gösterme hakkının göz önünde bulundurulmadan zorla tedavi uygulandığı vurgulanmıştır. Mahkeme, bu hakkın yalnızca hastaya ait olduğunu ve başkaları tarafından kullanılamayacağını açıkça ifade etmiştir.
Genel olarak AİHM kararları, kişinin kısıtlılık sebebinin kesin ve uygun makamlarca tespit edilmiş olması gerektiğini ve bu tespitin temel ölçüt olduğunu ortaya koymaktadır.
8. Ruh Sağlığı ve Kamu Sağlığı Arasında Sıkışan Haklar: Türkiye’de Zorla Tedavi ve Hukuki Mevzuatın Eksiklikleri
Türkiye’de zorla tedaviye en çok maruz kalan grup, akıl hastaları ve akıl zayıflarıdır. Bu kişilerin rızasının alınmasının mümkün olmadığı durumlarda, kendilerine ve çevrelerine zarar vermemeleri amacıyla kısıtlanmaları ve gerekirse zorla tedavi edilmeleri gerekmektedir. Ancak, ülkemizde ruh sağlığını özel olarak düzenleyen bağımsız bir yasa bulunmaması, uygulamada farklılıklar ve hak ihlallerine yol açmaktadır.
Kısıtlılık kararlarının mahkemeden geç çıkması, yaşama hakkı, vücut bütünlüğü ve özgürlük gibi temel hakların ihlal edilme riskini artırmaktadır. Bu nedenle, ruh sağlığı alanında ulusal ve uluslararası hukuka uygun özel bir mevzuat çıkarılması zorunludur. Bu yasa ile akıl hastalarının zorla tedavi edilme şartları, karar verecek makamlar, yatırma ve tedavi süreleri ile durumun periyodik değerlendirilmesi gibi hususlar netleştirilmelidir.
Türkiye’de kısıtlılık kararları mahkeme kararıyla verilirken, sürecin uzaması nedeniyle çoğunlukla hekim raporu temelinde acil yatış ve tedavi uygulanmaktadır. Burada, zorla tedavi ihtiyacının kaç gün içinde objektif şekilde değerlendirileceğinin belirlenmesi hayati önem taşımaktadır; aksi takdirde kişinin süresiz olarak zorla tutulması ve tedavi edilmesi riski vardır. Ayrıca, tedavi ihtiyacının ve zorla tutmanın devam edip etmediğinin hangi periyotlarda yeniden inceleneceği açıkça kanunda düzenlenmeli ve mahkeme kararlarında belirtilmelidir. Bu, yalnızca akıl hastalığı ve akıl zayıflığı için değil, diğer kısıtlılık halleri için de temel bir garanti olarak uygulanmalıdır. Aksi halde, kişinin rızası olmaksızın özgürlüğünün hukuka aykırı şekilde kısıtlanması ve zorla tutulması söz konusu olabilir.
Türkiye’de bu alandaki en kapsamlı çalışma olan Türk Psikiyatri Derneği’nin Ruh Sağlığı Kanun Tasarısı ise henüz yasalaşmamış olup, bu boşluk kurumlar ve hastaneler arasında farklı uygulamalara ve hak ihlallerine neden olmaktadır.
Ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalıklar konusu, özellikle Covid-19 pandemisiyle birlikte Türk hukukunda yeniden önem kazanmış ve mevcut mevzuattaki boşluklar ortaya çıkmıştır. Günümüzde salgın hastalıklarla mücadelede başvurulan 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, çağın gereksinimlerine yanıt verememekte; Covid-19 sürecinde ise çözüm arayışları Cumhurbaşkanlığı Kararnameleriyle geçici olarak karşılanmaya çalışılmıştır.
Bu alandaki temel sorunlardan biri de, ağır tehlike arz eden bulaşıcı hastalıkların tanımına ilişkin belirsizliktir. Örneğin, kanun gerekçesinde yer alan AIDS, güncel tıbbi veriler ışığında kolay bulaşmaması sebebiyle, kişinin karantinaya alınması veya zorla yatırılmasının hukuka aykırı olabileceği değerlendirilmelidir. Öte yandan, kanunda ismi geçmeyen ancak günümüzde salgınlara neden olan Koronavirüs ve varyantlarının da açıkça tanımlanarak yasa kapsamına dâhil edilmesi ve uygulanacak tedbirlerin esaslarının belirlenmesi gerekmektedir.
AIDS gibi toplum sağlığı açısından ağır tehlike oluşturmayan bulaşıcı hastalıkların kanun kapsamı dışında tutulması ve yalnızca gerçek anlamda kamu sağlığını tehdit eden hastalıkların bu düzenlemelere tabi olması hukuk güvenliği açısından önem arz etmektedir. Böylelikle salgın hastalıklarla mücadelede hem bireysel haklar korunacak hem de kamu yararı dengeli biçimde gözetilecektir.
Karantina, zorla aşı ve zorla tedavi uygulamaları, bireyin özgürlüğü ve kendi geleceğini belirleme hakkı açısından doğrudan müdahale niteliği taşımakta ve bu nedenle dikkatli hukuki düzenlemelerle sınırlandırılması gerekmektedir. Özellikle karantina şartlarının net olarak belirlenmesi, keyfi uygulamaların önüne geçilmesi amacıyla kolluk kuvvetlerinin takdir yetkisinin sınırlandırılması zorunludur. İlk yatırılma süresinin kanunla düzenlenmesi ve buna uygun mahkeme kararıyla belirlenmesi hakkaniyet açısından önemlidir. Ayrıca, hangi durumlarda karantina, zorla tedavi veya zorla aşılama yapılabileceği hususunda açık hukuki normların oluşturulması, olası insan hakları ihlallerinin önüne geçilmesini sağlar.
Alkol ve uyuşturucu madde bağımlılığı alanında ise mevcut mevzuatın yetersiz olduğu görülmektedir. “Bağımlılık” kavramının kapsamı, hangi maddelerin uyuşturucu olarak kabul edileceği, kişinin zorla yatırılma şartları, yatırılma süresi ve hastanın durumunun değerlendirilme aralıkları gibi hususlar açık biçimde düzenlenmemiştir. Mevcut düzenlemelerde yalnızca “uyuşturucu madde” teriminin kullanılması, bağımlılığı oluşturan diğer maddelerin kapsam dışı kalmasına yol açmaktadır. Bu nedenle, uluslararası hukuka paralel olarak düzenlemenin “madde bağımlılığı” kavramını kapsayacak şekilde genişletilmesi gerekmektedir.
Türkiye’de alkol ve madde bağımlıları, genellikle yakınlarının talebi veya kendi rızalarıyla tedavi merkezlerine yatırılmakta; ancak rızanın mümkün olmadığı, kişinin kendisine veya çevresine zarar verme riski bulunduğu durumlarda ilgili mercilere bildirimde bulunularak kısıtlama ve zorla tedavi uygulamalarının yapılması gerekmektedir. Bu bağlamda, ilk yatırılma süresi ve düzenli sağlık değerlendirme periyotlarının kanunla belirlenmesi ve mahkeme kararlarında açıkça ifade edilmesi, hem hak güvenliği hem de etkin tedavi açısından kritik öneme sahiptir.
Türk Medeni Kanunu’nun 432. maddesinde yer alan “elverişli kurum” ifadesi soyut ve belirsiz kalmakta, bu durum uygulamada farklı yorumlara ve tutarsızlıklara yol açmaktadır. Bu nedenle, elverişli kurumun kapsamının net bir şekilde tanımlanması ve kişilerin ihtiyaç duyduğu tedavi ve bakımın bu kurumlarda sağlanması gerekmektedir. Mevcut uygulamada, mahkeme kararlarında elverişli kurum hususu açıkça belirtilmemekte, tedavi kurumları çoğunlukla sağlık personeli ve hekimlerin takdirine bırakılmaktadır. Bu durumun yasayla düzenlenerek standartlaştırılması zorunludur.
Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanması ile zorla tedavinin eşzamanlı olarak ve aynı kararla uygulanması önemli bir sorundur. Kişi, TMK 432. maddede belirtilen kısıtlama sebeplerinden biriyle kısıtlandıktan sonra, mutlaka elverişli bir kuruma yatırılmalı; burada belirli bir süre ile yatışı sağlanarak zorla tedavi ihtiyacı ve tedavi şekli uzman hekimler tarafından değerlendirilmelidir. Bu değerlendirme neticesinde hazırlanan rapor mahkemeye sunularak zorla tedaviye ilişkin ayrı bir karar alınmalıdır.
Zorla tedavi süreci ise kanunla belirlenmiş süreler ve periyodik sağlık değerlendirmeleri çerçevesinde yürütülmelidir. Hastanın durumu zorla tedavi gerektirmediği anda derhal kurumdan çıkarılması sağlanmalıdır. Hem yargılama hem de tedavi süreçlerinde, kişi ve yakınlarına hakları açık ve doğru şekilde bildirilerek itiraz hakları ve itiraz yolları konusunda kapsamlı bilgilendirme yapılmalıdır.
Türkiye’de zorla tedavi mevzuatı ve uygulamasında en önemli eksiklik, zorla yatırılma süresi ile tedavi sürecinde yapılacak değerlendirmelerin kanunda net olarak düzenlenmemiş olmasıdır. İlk yatırılma süresi ve periyodik değerlendirme aralıklarının açık şekilde kanunla belirlenmesi ve mahkeme kararında yer alması, hem hak güvenliği hem de tedavi etkinliği açısından hayati önem taşımaktadır.
Avukat - Hemşire
KATNAKÇA
AKINTÜRK, T., & ATEŞ, D. (2015). Aile Hukuku. Beta Yayınları.
AKINTÜRK, T., & ATEŞ, D. (2019). Aile Hukuku. Beta Yayınları.
AKINTÜRK, T., AKİPEK, J., & ATEŞ, D. (2020). Kişiler Hukuku. Beta Yayınları.
AYAN, M., & AYAN, N. (2014). Kişiler Hukuku. Mimoza Yayıncılık.
Bakanlar Kurulu Kararı, 21/7/2003, No: 2003/5690; Resmi Gazete No: 25195, 10.8.2002.
BAYKARAN, M. B., KESEBİR, S., SAYGILI, İ., YANARTAŞ, Ö., YILDIZ, D., & YILMAZ, Y. (2013). Zorunlu yatışta psikiyatrik ve hukuksal süreç. New/Yeni Symposium Journal, 51(1), 46-50.
BEŞKARDEŞ, A. F., ÇELİK, S., GÜLTEKİN, B. K., SEZER, U., & TİHAN, A. (2013). Bir psikiyatri hastanesinde istemli ve istem dışı yatışların sosyodemografik ve klinik özellikleri. Nöropsikiyatri Arşivi, 50, 216-221.
ÇAVUŞOĞLU IŞINTAN, P. (2002). Türk Hukuku'nda yeni bir müessese: Koruma amacıyla kişi özgürlüğünün kısıtlanması MK m.432-437. GSÜHFD, 1(2), 297-396.
CUMALIOĞLU, E. (2021). Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanması: Özellikle psikososyal engelli bireyler bakımından “elverişli kurum” sorunu. İzmir Barosu Dergisi, 86(1), 15-51.
ÇEVİK, M. (2023). Koruma amacıyla özgürlüğün kısıtlanması ve zorla tedavi (Yüksek lisans tezi, Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü, Disiplinlerarası Adli Bilimler Anabilim Dalı). Ankara, Türkiye.
DAĞLI, M. (2011). Türk Medeni Hukukunda Koruma Amacıyla Özgürlüğün Kısıtlanması. Turhan Kitabevi.
DUTERTRE, G. (2003). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararlarından Örnekler. Avrupa Konseyi Yayınları.
GENÇCAN, Ö. U. (2009). Vesayet Hukuku. Yetkin Yayınları.
GÜMÜŞ, M. A. (2004). Kısıtlı ve kısıtlı olmayan ergin kişilerin koruma amaçlı özgürlüğünün kısıtlanması. Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1, 189-228.
KARAKUL, S. (2016). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarında sağlık hakkı–I. İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 3(2), 169-208.
KICALIOĞLU, M. (2011). Doktorların ve hastanelerin tıbbi müdahaleden kaynaklanan hukuki sorumlulukları. Adalet Yayınevi.
KILIÇOĞLU, A. M. (2004). Medeni Kanunumuzun Aile- Miras ve Eşya Hukukunda Getirdiği Yenilikler (2. Baskı). Turhan Kitabevi.
KILIÇOĞLU, A. M. (2022). Aile Hukuku. Turhan Kitabevi.
KELEŞ, Ş. (2020). Ruhsal hastalığı olan bireylerin ‘örselenebilir’ olma konumunun araştırma ve psikiyatri etiği açısından değerlendirilmesi. Toplum ve Hekim, 35(4), 269-281.
KONUK-SOMMER, B. (2017). Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve anayasa temelinde psikososyal engelli bireylerin özgürlük ve güvenlik hakkı. TBB Dergisi, 133, 61-79.
MACOVEI, M. (2008). Kişinin özgürlük ve güvenlik hakkı, AİHS’nin 5. maddesinin uygulanmasına ilişkin kılavuz. TBB Yayınları.
NİŞANCI, D. (2020). Salgın hastalıklar ve salgın hastalıklar özelinde sağlık hakkında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bakış açısı ile ulusal mevzuatın Covid-19 özelinde değerlendirilmesi. TBB Dergisi, 150, 86-122.
OĞUZ, Y. N., & DEMİR, B. (1993). Hukuki ve etik yönüyle zorla hastaneye yatırma. Psikofarmakoloji Dergisi, 1, 367-371.
ÖZTAN, B. (2015). Aile Hukuku. Turhan Kitabevi.
ÖZUĞUR, A. İ. (2016). Türk Medeni Kanunu’nun değişen yeni düzenlemeleriyle açıklamalı içtihatlı kişi hukuku- Velayet- Vesayet- Soybağı- Evlat edinme hukuku diğer eşin rıza ve onamına bağlı işlemler. Seçkin Yayıncılık.
RUHSAL SAĞLIK ALANINDA İNSAN HAKLARI (2013). Türkiye raporu: Sorunlar ve çözüm önerileri. RUSİHAK. Erişim adresi: (s. 42)
ŞİRİN, T. (2018). Özgürlük güvenlik hakkı başvuru el kitabı. Avrupa Konseyi Ankara Program Ofisi Yayınları.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ (2003). Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesi: İnsan Hakları ve Biyotıp Sözleşmesi. 5013 sayılı kanun, 9 Aralık 2003 tarihli ve 25311 sayılı Resmi Gazete.
SERT, G., ÖZÇELİK, H., & YILDIRIM, G. (2019). Türkiye'de akıl hastalığı olan hastalarda zorla yatırma ve zorla tedavi: Hukuki ve etik sorunlar. Lokman Hekim Dergisi, 9(3), 393-404.